Star Trek, kırk yılı aşkın bir süredir büyük başarı yakalayan The Wrath of Khan‘ın gölgesinde yaşıyordu. Hâlâ yaygın olarak Star Trek’in en iyi iki saati olarak kabul edilen Kirk ve Spock’ın bu ikinci büyük beyazperde macerası, sonraki tüm Star Trek’lerin kıyaslandığı yüksek standart olma özelliğini koruyordu. Ama artık, Star Trek: Picard‘ın heyecan verici üçüncü sezonuyla birlikte ciddi bir rekabet oluştuğu söylenebilir. Bir TV dizisini bir filmle kıyaslamak, Romulan birasını Klingon şarabıyla karşılaştırmak gibi aslında. Evet, The Next Generation dizisinin devamı niteliğinde olan yapımın ilk iki sezonu beklentileri karşılayamadı, ancak üçüncü sezon başlangıçtan (neredeyse) bitişe kadar yüksek çıtada ilerliyor ve bir TNG buluşmasında arzu edebileceğimiz hemen her şeyi mükemmele yakın şekilde on bölüme sıkıştırıyordu.
Güçlü mizah anlayışı ve duygusal anlar, büyük bilimkurgu fikirleriyle harmanlanmış (Geordi ve Data’nın bilimsel lakırdılarını dinlemek harika) şekilde karşılıyor bizi. Dudak uçuklatan sinematik uzay savaşlarının ortasında eski yaralar yeniden açılıyor. Elbette arada The Wrath of Khan’a da selam çakılıyor (“25. yüzyılda” başlık kartı ve James Horner’ın klasik müziğinin ince yankıları gibi) ama bu sefer karşımızda kendi kendini taşıyabilen bir hikâye var.
Beverly Crusher (Gates McFadden), eski kaptanı (ve eski sevgilisi) Jean-Luc Picard‘a (Patrick Stewart) bir tehlike sinyali göndermesiyle bu heyecan verici ve beklenmedik yönlere doğru ilerleyen macerayı da başlatmış oluyor. Zaten çok geçmeden Picard, bir Yıldız Filosu gemisine komuta etmek için eski sağ kolu Will Riker (Jonathan Frakes) ile bir araya geliyor, bir oğlu olduğunu öğreniyor ve USS Titan’ı nebula içinde ölümcül bir kedi-fare oyununa sürüklüyor. Diğer birçok TV dizisi için bu kadar olaydan sonra hikâyenin çok erken zirveye ulaştığı düşünülebilecekken, Picard için bu sadece bir başlangıçtan ibaret. Aslında, sarsıcı sürpriz gelişmelerin ardı arkası kesilmiyor ve tempo asla düşmüyor. Sezonun büyük bölümünde karşı taraftakilerin Deep Space Nine’daki kötü adamlar (şekil değiştiriciler) olması da mükemmel bir dramatik anlam ifade ediyor. Trek kanonunda Dominion’ın intikam ve kızgınlık duyguları on yıllardır kaynıyor, ancak Picard ve arkadaşları için – en azından ekranda – tümüyle yeni bir tehdit.
Genetik olarak tasarlanan ve neredeyse tespit edilemeyen bu şekil değiştiriciler akıllı, güçlü ve tamamen acımasız. Ve liderleri Vadic (Amanda Plummer), Federasyon bilim insanlarının elinde gördüğü korkunç muameleden sonra mağdur olmak için gerçek nedenlere sahip. Ancak sondan bir önceki bölüm olan Võx‘te Picard’ın yaptığı kurtarış düşünülürse, şekil değiştiriciler sezonun en kötüsü bile değil. Borglar, 90’lardaki altın çağlarından sonra Star Trek’te giderek daha fazla ‘harcanan bir güç’ görüntüsü çizmişti. Neyse ki dizinin üçüncü sezonu (kısa bir süre de olsa), Kolektif’i tam gücüne geri döndürüyor. Her şey ortaya serildiğinde, başından beri şekil değiştiricilerin iplerini elinde tutanın da Borg olduğu ortaya çıkıyor.
Jack’in insanüstü psişik ve fiziksel yetenekleri sezon boyunca alay konusu oldu, ancak Locutus olarak asimile edildiğinde Picard’ın DNA’sına Borg tarafından bir şeyler eklendiği açıklaması dâhiceydi. Borg Kraliçesi (Alice Krige, İlk Temas bölümünde karşılaştığımız rolü yeniden canlandırıyor), Starfleet’in genç üyelerini yeni nesil dronlara dönüştürmek için Jack’i kullandığında, sadece Borg’un ‘kötü adamlar’ statüsünü geri kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda yaşlanan Enterprise-D ekibinin ilerleyen yıllarını stratejik bir avantaja da dönüştürüyor. Bu yeni görünümlü Kolektif’i yenmenin esasen “bir şeyi havaya uçurmak”la sonuçlanması çok yazık. Zaten bu aceleci netice, muhtemelen sezonun tek önemli yanlış adımı. Borg ve şekil değiştirenleri bir araya getirmek haylaz bir hayran işi gibi geliyorsa – Doctor Who’nun Dalekler ve Cybermen’leri birleştirmesini anımsayın – evet, bu doğru. Ancak – Star Wars TV şovlarındaki eski hikâyelere yapılan gereksiz atıfların aksine – üçüncü sezonundaki aşırı nostaljik hava rahatsız edici değil. Dikkat çekici eski karakterlerden Ro Laren (Michelle Forbes), Tuvok (Tim Russ) ve Elizabeth Shelby’nin (Elizabeth Dennehy) hikâyelerine yapılan kısa dönüşler anlatıyı derinleştirirken, Federasyon Filosu Müzesi’ne yapılan gezi de Star Trek’in en ikonik gemilerinden bazılarını hatırlamak için mükemmel bir bahane olarak karşımıza çıkıyor. USS Enterprise-D’nin dirilişi bile göze batmıyor.
Bununla birlikte, herhangi bir Yıldız Filosu kaptanının size söyleyeceği gibi harikulade bir mürettebat ile çevrili değilseniz, o misafir oyuncular ve şatafatlı manzaralar pek de bir şey ifade etmez. Neyse ki yaklaşık on saatlik sezon, hikâyenin parıldaması için yeterli fırsatı sağlıyor. Picard’ın önceki sezonlarından aşina olduğumuz Seven of Nine (Jeri Ryan) ve Raffi Musiker (Michelle Hurd), TNG karakterleri ile sorunsuz bir şekilde uyum sağlamayı başarıyor. Geordi’nin pilot kızı Sidney (Ashlei Sharpe Chestnut) ve Titan’ın yorgun komutanı Liam Shaw (Todd Stashwick) gibi yeni karakterler de kısa sürede hikâyenin ayrılmaz bir parçası hâline geliyor. Yan roller bile oldukça donanımlı ve ikna edici bir tablo çiziyor. Öyle ki, Vadic’in Vulcan bilim subayı Teğmen T’Veen’i (Stephanie Czajkowski) soğukkanlılıkla infaz etmesi gerçekten izleyenin içini acıtıyor.
Ancak, geri dönen The Next Generations ekibi şüphesiz bu uzun soluklu anlatıdaki asıl kahramanlar. Dizi sorumlusu Terry Matalas, eski arkadaşları bir araya getirmenin cazibesine karşı koyamamış gibi. Öte yandan, ekibin heyecanla beklenen geri dönüşlerini zamana yaymak da yerinde bir karar olmuş. The Next Generation sadece Picard hakkında değildi ve her hikâyede ekip çalışmanın önemine yapılan vurgular vardı. Picard’ın üçüncü sezonunda bu denklem başarıyla tekrar uygulanıyor ve ortaya da hem unutulmaz hem de tadına doyum olmaz bir hikâye çıkıyor. Pek de tatmin edici bulunmayan Star Trek: Nemesis‘teki son maceralarından bu yana geçen yıllar, karakterler açısından sarsıntısız birer yolculuk değildi. Oldukça az yer verilen Deanna Troi (Marina Sirtis) istisnası dışında, her birine anlamlı anlardan oluşan adil sahne payları ayrıldığını söyleyebiliriz. Gerçekten de, Enterprise-D komuta ekibi nihayet 8. bölümde bir toplantı masası etrafında birleştiğinde -ki ikonik bir andı – TNG hayranlarının gözünden birkaç damla yaş aktığını tahmin etmek zor değil.
Tıpkı The Wrath of Khan’ın uzay maceraları zemininde yaşlanma, fedakarlık ve ölüm temalarını keşfetmesi gibi, Picard’ın 3. sezonu da bağların biyolojik ya da sonradan inşa edilmiş olduğuna bakılmaksızın ailenin önemine eğiliyor. Kısacası son sezon, on unutulmaz bölüm boyunca Star Trek‘i harika yapan her şeyi özetlemeyi başarıyor.