Karşımızda pek de abartılı bulamayacağınız, izlerken ürpereceğiniz sıra dışı bir gelecek tasviri var: The Handmaid’s Tale… Margaret Atwood’un 1985 yılında kaleme aldığı ve 1992 yılında Afa Yayınları tarafından “Damızlık Kızın Öyküsü” adıyla dilimize kazandırılan kitabından yola çıkarak hazırlanan bir dizi. İlk sezonu sona eren ve 2. sezon onayını kapmış olan dizi, “Dram Dalında En İyi Dizi” ödülünü alırken ve Offred karakterine can veren oyuncu Elisabeth Moss da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almaya hak kazanmış.
Yazarı kitabının dizi uyarlaması hakkında kaleme aldığı yazıda; değişimin yıldırım gibi aniden olabileceği konusunda endişe duyduğunu belirterek, kitabını yazdığı yıllarda yaşadığı buhranı ve yazarken kötü hissettiğini, ancak yine de yazmaktan vazgeçmediğini dile getirmiş. Kitap yayınlandığı günden bu güne kadar bir şekilde gündemde kalmayı başarabilmiş ve öngördüğü bu korkunç gelecek tasviri ile hem kadınları hem de erkekleri ürkütmeyi başarabilmiştir. Kitaptan yola çıkılarak 1990 yılında yayınlanan ve Volker Schlöndorff’un yönettiği aynı adı taşıyan bir film de izleyicilerle buluşmuştur.
MGM/Hulu tarafından hazırlanan diziye dönecek olursak, zorlu bir gelecek portresinde Offred isimli kadının durgun ve akıl almaz hayatına tanıklık ediyoruz. Elisabeth Moss’un oyunculuğuyla büyülediği Offred’in ismi şuradan geliyor: Of-Fred, yani Fred-inki… Çizilen bu gelecekte bir kadının eski/gerçek ismini kullanması yasak. Bunun yerine ait olduğu, daha doğrusu “malı” olduğu üst düzey bir komutanın ya da soylunun adıyla anılıyor. Burada kadınlar konuşamıyor ve duygularını asla dile getiremiyorlar. Sokakta yalnız yürüyemedikleri gibi, dışarı işlerinde başka bir damızlığın kendisine eşlik etme zorunluluğu var.
Öyle görünüyor ki Margaret Atwood eserinde, hem kadınları hem de kadınların gün be gün ezilmesine göz yuman erkekleri sert bir biçimde uyarmak istemiş. Dini ritüellerin kasıp kavurduğu bir gelecekte ilk olarak kadınlar kurulu tezgâhlardan geçecek gibi görünseler de, Atwood ’un öngörüsünde erkeklerin de en az kadınlar kadar acı çekecekleri ihtimali değerlendirilmiş. Eser klasik anlamda din karşıtı bir cephede olmaktan ziyade, dinin toplum üzerindeki egemenliğinin kontrol edilmesinde yaşanabilecek sorunlar üzerinde durmuş.
The Handmaid’s Tale dizisinde, çeşitli felaketler ve çevre sorunları nedeniyle doğum oranlarının hızla düştüğü ve doğurganlığın azaldığı bu baskıcı dönemi anlatırken sahnelenen yaşantıların ilgili atmosferle olan uyumu çok başarılı. Sahne ve kostümlerde kullanılan renklerin anlamları ise birtakım inançlara yapılan göndermelerin yansıması diyebiliriz. Doğurganlığın düşüşüne engel olmak adına ABD’de bulunan radikal dinci bir gurubun adım adım örgütlenerek önlenemez bir değişimi gerçekleştirdiklerini anlatan dizide, kadın haklarının bir gecede ortadan kaldırıldığına, çalışmalarının ya da toplum içerisinde birer fert olmalarının yasaklandığına şahit oluyoruz. Baskıcı rejim yeteri kadar güç kazandığı gün, kadınların banka hesaplarındaki paraları bloke ederek en yakını olan bir erkeğe devrediyor ve sonrasında yeni rejimin ikinci hedefi, yüksek rütbeli komutanlara verilmiş “damızlıklar” ile doğurganlığı arttırmayı hedeflemesi oluyor.
Önceden belirlenmiş tarihlerde gerçek bir dini ayin merasimi ile yapılan cinsel birleşmelerin tek amacı kadını gebe bırakmak. Komutanın karısının dizinde yatmakta olan damızlığın ya da komutanın kendisinin zevk alması veya bunu göstermesi ölümlerden ölüm seçmek anlamına geliyor. Tüm baskıcı rejimlerde olduğu gibi cinsel birleşme anında zevk alınmasının önüne geçmek konusunda bir diretme söz konusu. Benzer distopik eserlerde de cinsel birleşmenin “çoğalmak” için girişilen bir eylemden daha fazlası olması istenmiyor. Kadın ve doğurganlık konusu kitapta ve haliyle dizide öylesine işlenmiş ki, yaşadığımız topluma şöyle bir göz attığımızda adı konulmamış bu baskı türünü iliklerimize kadar yaşadığımızı göreceksiniz. Özellikle kadınların bir an önce evlenmesinin doğru olduğunu söyleyen şarlatanlardan tutun da çocuk sahibi olmayan/olamayan çiftleri “aile” olmamakla itham eden insansılara kadar hepsi bu baskı unsurunun yaratıcıları.
Geçtiğimiz günlerde çocuk sahibi “olamamış” ailelere yönelik hazırlanan bir reklam panosunda gördüğüm ilan Margaret Atwood distopyasının çok uzaklarımızda olmadığını hatırlattı bana. İlana göre “gerçek bir aile” olabilmek için uzman doktor bizleri bekliyormuş. Şimdi şöyle düşünün, günümüzde doğurganlıkla ya da türümüzün soyunun tükenmesi ile ilgili bir endişeye sahip değilken bile bütün toplumun adeta sözleşmişçesine insanları evlendirip çocuk yapmaları konusunda baskılaması, bizleri “damızlıklardan” ne kadar uzakta tutabilir? Kaldı ki kürtaj, kadınının cinsel yaşamı, bekâreti, lgbti gibi konularda tüm dünya ülkelerinde yaşanan sıkıntılara bakıldığında tıpkı dizide resmedildiği gibi bir gecede bambaşka bir geleceğe uyanma ihtimalimizin yüksek olduğu görülüyor.
Dizide henüz damızlık kadınlar birer proje konusu iken, cemaatin seçkin üyelerinden oluşan birkaç erkek bunu halka nasıl götüreceklerini konuşuyorlar. Yapılan beyin fırtınasında komutanlardan birinin önerisi üzerine bu “tohumlama” işine “seremoni” denilmesini ve bu işin dualarla/ayinlerle yapılmasını, tüm bunlar olurken de ev sahibi kadının damızlık kızı bileklerinden tutması planlanıyor. Neticede kabul gören bu iş tüm ülkede uygulamaya koyuluyor. Damızlıklar farklı evlerde (en fazla 3 kez yer değiştirilebilir) gebe kalmayı başaramazlarsa kolonilere sürülüyor. Kolonilerde onları nelerin beklediği ise artık şanslarına kalmış durumda.
Damızlıklar okuyamazlar, konuşamazlar, arkadaş edinemezler; onların gerçek birer kişilikleri yoktur. “Gözcü” denilen kimselerden korunmak zorundadırlar. Memnuniyetsizliklerini gösteremezler. Tanrıya ve komutanlarına şükürlerini sunmak hayati görevleri arasındadır. Bu haliyle değerlendirildiğinde hamile bir kadının sokakta gezmesinden, kahkahasından, giyiminden kısacası varlığından rahatsız olan radikal ilkellik sizi de korkutmalı. Tacize ya da tecavüze uğrayan kadınlar, dövülen/öldürülen kadınlar, Eylül Cansın’lar, Hande Kader’ler, Ahmet Yıldız’lar ve daha birçoğu Atwood distopyasının değil “modern” dünyamızın gerçekleri. Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü’nde öyle bir konu işlemiş ki onda gördüğümüz her şey adeta şahit olduğumuz, yaşadığımız bu dünyanın ta kendisi!
Damızlıklar, kurtuluşu boyun eğmekte buluyor, bazen de kaçmakta. İntiharı seçenler de var. Onlar bir şekilde gözden çıkarılmışlar nasılsa, peki ya erkekler? En başında gururları okşanan erkekler işlerin bu kadar ileriye gideceğini düşünemediler elbette, damızlık adı altında köle olmaya mecbur bırakılan kadınlarla beraber kendi yarattıkları korkuların esiri oldular. Yasaklara uymayanlar ise çeşitli cezalarla hizaya çekiliyorlar. Bunlar arasında fiziksel işkenceler ya da “duvar” denilen yerlerde idam edilmeleri de var. 1984 evreninden tanıdığımız “düşünce polisleri” burada adından “göz” olarak bahsettiriyor. Kimin göz olduğunu bilemenin mümkün olmadığı bir gelecekte kimseye güvenemezsiniz, göz’ler her yerde olabilir. Sonunda Winston ve Julia gibi işkenceye çekilmek de var!
The Handmaid’s Tale, hem kitabıyla hem de dizisiyle özellikle Trump sonrası düzenlenen tüm protesto gösterilerinde, kadın hakları konusunda elde bayrak olmuş durumda. İnsanlar bir şekilde bu eserlerde kendi seslerini bulmuş ve sahip oldukları hakların bir çırpıda silinip yok olmasına göz yummak istemiyorlar. Dizide haklarının ellerinden alınması karşısında yapılan gösterilere, özel olarak organize edilmiş milislerin gerçek mermilerle müdahale etmesini izliyoruz. Unutmayınız ki, ülkenin bir tanesinde “kadın insan mıdır?” konulu tartışma yaşanıyorsa ya da bir başkasında “kadın öldükten 6 saat sonrasına kadar onunla seks yapılabilir” deniliyorsa ve bizim ülkemizde “kimin kime helal” olduğu konusu bir türlü anlaşılamayıp her defasında yeniden soruluyorsa The Handmaid’s Tale ezici bir gerçeklikle bizi korkutmalıdır…