Sene 2020. Geleneksel medya güç kaybetmeye devam ediyor. Geçen yüzyıl boyunca televizyon “aptal kutusu” olarak damgalandı. Oysa bu cihazın kendince bir güzelliği vardı. Artık o güzellik 2020’li yıllarda yerini interaktif yayıncılığa terk edecek. Bu kötü bir şey mi, bilemiyoruz? İyi bir şey mi? Emin olamıyoruz. Tek bildiğimiz artık oldukça kârlı ve de rekabete açık bir endüstriye dönüştüğü. Netflix, Amazon Prime, Apple TV+ gibi platformlar birbiriyle rekabet ediyor. Televizyon tam olarak kaybolmayacaksa bile, artık geleneksel kullanımı sona erecek. Şu saydığımız Netflix tarzı atraksiyonların aslında ne denli vasat olduğundan bahsetmeyeceğiz ya da bunların güzel taraflarından. Bu ayrı bir yazının konusu.
Yukarıda bahsettiğimiz Apple TV+, See isimli bir bilimkurgu dizisi çıkardı. See, Peaky Blinders’ın da yönetmeni olan Steven Knight imzalı. Konu pek de yaratıcı sayılmaz: Post-apokaliptik bir gelecek, görme duyusunu kaybetmiş egzotik bir medeniyet… Asırlar önce yayılan bir virüs geriye iki milyon civarı, körleşmiş insan bırakıyor. Artık hayatta kalmak ve medeniyetlerini devam ettirmek için yeni bir yol bulmaları gerekiyor. Medeniyet az çok devam ediyor. Ancak bu sefer izole kabileler hâlinde. Görme mevzusu artık bir çeşit kara büyü ya da küfür olarak algılanıyor. Derken görme yeteneğine sahip ikizler doğuyor. Konu gayet egzotik ve başarılı görünse de, aslında dizi derinlikten yoksun…
Karakterleri kısaca tanıyacak olursak, esas adamımız Game of Thrones’daki Khal Drogo (Jason Momoa), bu sefer karşımıza Baba Voss adlı savaşçı bir kabile reisi olarak çıkıyor. Karanlık ve gizemli bir geçmiş sakladığı belli. Maghra isimli bir kadınla evlenmiş. Maghra kabileye yeni gelmiş ve başka bir adamın çocuğuna hamile. Bu adam Jerlamarel diye biliniyor. Kara büyü yüzünden aranan ve kaçak konumunda bir adam. Jerlamarel’in ışığın lütfuna sahip olduğu söyleniyor. Bu da dizinin geçtiği dünyadaki en büyük küfür. Yani görme yeteneği. Paris diye bir ebe, Maghra’nın karnındakilerin de babalarıyla aynı yeteneğe sahip olabileceğinden şüpheleniyor.
Jerlamarel, Tamacti Jun (Christian Camargo) diye biri tarafından, kıyamet yüzünden sınırları epeyce daralmış “dünyanın” kıyılarına dek sürekli kovalanıyor. Tamacti Jun, Kraliçe Kane’in hizmetinde olan bir vergi tahsildarı ve cadı avcısı. Queen Kane, Baba Voss’un yönettiği kabileden biraz daha gelişmiş bir toplumun başında. Dizinin en psikopatça yönlerinden biri de bu kadının orgazm olarak tanrı ile iletişim kurabilmesi. Yani Kraliçe’nin mastürbasyonu bir çeşit dini deneyim ile sonuçlanıyor. Kraliçe, Jerlamel’i yakalamaya kararlı. Ve artık bu adamın çocukları da başa bela olabilir diye endişeli.
Dizi, Britanya Kolumbiyası’nda çekiliyor. Kanada’nın en batısındaki eyaleti ve oldukça güzel bir doğaya sahip. Baba Voss’un klanı sık ormanlık araziden, dağlardan, göl kenarlarından geçerken izleyiciler Britanya Kolumbiyası’nın güzelliklerini de seyrediyor. Queen Kane’in hükümdarlık sürdüğü alanlar da terk edilmiş bir barajın orada. Her şey nefes kesici bir güzelliğe sahip. Eğer filmden aradığınız felsefi derinliği bulamazsanız bile manzara sizi hiç olmazsa tatmin edebilir.
Dizinin konusu öyle pek de orijinal değil, günümüzde zaten katıksız, orijinal bir şey kalmış mıdır? Bu ayrı bir soru. Özgünlük bir noktaya kadar büyük önem teşkil eder, lakin tamamen özgün bir konuyu berbat bir işleyiş ile hiç etmektense, defalarca kullanılmış bir konuya yepyeni bir yorum katmak çok daha iyidir. Jose Saramago’nun Nobel Ödüllü Körlük romanında da See dizisine benzer bir konu var mesela. Körlük romanında insanları kör bırakan bir hastalık ve sonrasında yaşananlar anlatılır. See’de de böyle bir durum mevcut. Kabile yaşantısı, kurulan evler, genel askeri stratejiye uygun olarak insanların sergilediği davranışlar…
İlk bölümlerdeki savaş sahneleri, insana “iki kör ordu nasıl savaşır” sorusunu sorduruyor, fakat sahneler pek de zekice ya da öyle aksiyon dolu değil. See, üç bölümde 18 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor ve dramatik bir ölçüde istikrarsız ve de yavaş. Dizideki manzaraları övsek de prodüksiyon bu konuda biraz fazla takılı kalmış gibi görünüyor.
Üstelik dizinin yüzlerce yıl sonraki bir gelecekte geçmesi, tutarlılık konusunda biraz kolaycılığa kaçılmış olabileceğini işaret ediyor. Sonuçta körleşen insanlığın medeniyetini nasıl bir anda yitirdiği ya da görme yetisinin yerine öteki duyuların neredeyse büyülü bir şekilde nasıl geliştiği anlatılmıyor. Sanırsınız yapımcı ekibin araştırmalarının büyük kısmı Daredevil sayıları okuyarak tamamlanmış. Tabii diziye danışmanlık yapan uzmanlar yahut fütüristler vardır, ama bunların etkisi sınırlı kalmışa benziyor.
Konuya baktığımızda, dizinin duyusal deneyimlere daha çok ağırlık verdiğini düşünüyoruz. Peki bu sahiden böyle mi? Yapımcı ekip, diziyi neredeyse bir gözlüğe dönüştürmüş sayılır. Karakterlerin çekimleri çok başarılı, manzaralar da zaten daha önce söylediğimiz gibi çok güzel. Ses düzeni de fena değil. Sinematografik açıdan çok çekici. Buna rağmen dizi, risk almak ve yepyeni şeyler sunmak adına güçlü bir potansiyel barındırsa da sığ kalmaktan kurtulamıyor.
Örneğin isimler bir çeşit dilbilimsel kurala göre türetilmiş, ancak aynı yaratıcılığı dialoglarda ya da karakterlerin konuşmalarında görmüyoruz. Malum, görme yetisi kaybolunca insanların duyma yetisi neredeyse büyü sayabileceğimiz bir dereceye dek gelişiyor. Böylesi egzotik duyu deneyimlerine sahip insanlık, bugün konuştuğumuz dile benzer bir dille mi devam ederdi, yoksa o izole kabile yaşantısına uygun, post-apokaliptik ve egzotik bir dil mi geliştirirdi? Dizi bu açıdan da hayal kırıklığı yaratabilir. Sonuç olarak dizi için genel anlamda “eh” diyebiliriz. Ne çok kötü, ne de çok iyi. Elindeki konuyu bazı yerlerde kolaycılığa kaçarak, bazı yerlerde de süründürerek adeta heba ediyor…
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak: Hollywood Reporter