Senaryosunu Roland Emmerich ve Dean Devlin’in yazdığı Stargate, vizyona girdiği 1994 yılında geniş yankı uyandırmış, ilgi çekici konusuyla da bilimkurguseverlerin beğenisini kazanmayı başarmıştı. Mitolojik kurgusu, keşif dozu yüksek hikâyesi ve epik anlatısıyla kısa sürede kült filmler arasına giren yapım, kendisinden sonra çekilen dizilerle de uçsuz bucaksız bir evrene dönüştü. 1997’de başlayıp tam 10 sezon boyunca devam eden Stargate SG-1, filmin iki gezegenle sınırlı mitolojisini koskoca bir galaksiye yayarken, Stargate Atlantis ise Samanyolu’nun da ötesine; ta Pegasus Galaksisi’ne kadar genişletti. Bu iki dizi sayesinde Stargate evreni, hem dünya çapında tanınır oldu hem de en önemli bilimkurgu külliyatları arasına girdi. Her şey yolunda gidiyordu ve bunun da cesaretiyle yepyeni bir dizi projesi için kollar sıvandı: Stargate Universe…
Hayranlar en azından ekranlarda bir Stargate dizisi olmasından hoşnuttu; fakat yapımcıların alışılagelmiş Stargate konseptinden sapmaları sonucu Universe’ün izlenme oranları hızla düşmeye başladı ve beklenildiği gibi ikinci sezonunun ardından da iptal edildi. Zaten ne olduysa bu iptalin ardından oldu ve Stargate evreni deyim yerindeyse uzun bir sessizliğe gömüldü. Umutların giderek tükenmeye başladığı bir dönemde Dean Devlin, yeni Stargate filmleri çekmek istediklerini açıklayarak hepimizi heyecanlandırsa da, Independence Day: Resurgence’in gişede uğradığı hezimet planları suya düşürdü. Stargate evreni bir kez daha sessizliğe gömülmekten kurtulamadı; ta ki 2017 San Diego Comic Con Festivali’ne kadar. Festivalde verilen haber, üzerine ölü toprağı serpilmiş Stargate evreni için tam anlamıyla bir dirilişi muştular nitelikteydi. Zira Stargate, mini bir diziyle bile olsa geri dönüyordu…
10’ar dakikalık 10 bölümden oluşacağı açıklanan Stargate Origins, yapım şirketi Metro-Goldwyn-Mayer (MGM)’ın Stargate’i unutmadığını ve hâlâ yatırım yapmaya değer bulduğunu göstermesi açısından hayranlarca olumlu karşılandı. Hatta yapımcılar, Stargate Command isimli dijital bir yayın platformu kuracaklarını ve bu platform üzerinden yeni Stargate içerikleri yayınlayacaklarını da belirttiler. Yani Stargate Origins, devamı gelecek kısa dizi antolojisinin ilk adımıydı. Eğer işler yolunda giderse Usta Bra’tac’ın gençliğini anlatan ya da Kadimler’in tarihindeki kimi kesitleri konu alan başka mini diziler de çekilecekti. Ayrıca MGM bir yandan para kazanabilecek, bir yandan da olası projeler için Stargate’in potansiyelini test etme fırsatı yakalayabilecekti.
Böylesi bir atmosferde çekimlerine başlanan Stargate Origins, profesyonel bir yapım olmayacağı açıklanmasına rağmen hayranlar tarafından büyük bir heyecanla bekleniyordu. Ancak gerek süresinin azlığı, gerekse bütçesinin yetersizliği yüzünden projeye karşı temkinli yaklaşanların sayısı da bir hayli fazlaydı. Dahası, açıklanan oyuncu kadrosuyla birlikte endişeler bir kat daha arttı. Çünkü projede yer alacak oyuncuların büyük bölümü kariyerinin henüz başındaki toy isimlerden oluşuyordu. Bu durumu dengelemek adına kadroya alındığı anlaşılan Connor Trinneer’in de tek başına bir şey yapıp yapamayacağı tartışma konusuydu. Zira Stargate hayranlarının Atlantis dizisindeki Michael rolüyle tanıdığı usta oyuncu, kadrodaki dişe dokunur tek kişiydi. Ellie Gall, Salome Azizi, Philip Alexander, Michelle Jubilee Gonzalez, Daniel Rashid, Sarah Navratil, Shvan Aladdin, Tonatiuh Elizarraraz, Derek Chariton, Justin Michael Terry ve Lincoln Werner Hoppe gibi genç oyuncuların pek de umut vaat etmediği açıktı.
Adında da anlaşılacağı üzere Stargate Origins, bizleri Stargate mitolojisinin kökenlerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. 1928 yılındaki arkeolojik keşfin 10 yıl sonrasında geçen hikaye, Profesör Paul Langford (Connor Trinneer) ile onun genç kızı Catherine Langford’un (Ellie Gall) Dünya’nın ötesine uzanan macerasına ayna tutuyor. Keşfi üzerindeki çalışmalarını sürdüren Paul Langford, aradan geçen 10 yıla rağmen herhangi bir gelişme kaydedememiş, ihtiyaç duyduğu ödeneği de bulamaz hale gelmiştir. Araştırmalarına son vermeyi düşünen Profesör, ansızın ortaya çıkan Nazi ökültisti Wilhelm Brücke (Aylam Orian) sayesinde kendini gizemli bir yolculuğun ortasında bulur. Zira Brücke, keşfedilen bu nesnenin gezegenler arası ulaşım imkanı sağlayan bir çeşit geçit olduğunu anlamıştır. Yanlarına Paul Langford’u da alan Naziler, geçidi çalıştırmayı ve başka bir gezegene ulaşmayı başarırlar.
Tabii bu beklenmedik olay karşısında dehşete düşen Catherine Lanford, peşine Yüzbaşı James Beal (Philip Alexander) ile Mısırlı Wasif’i (Shvan Aladdin) de takarak babasını kurtarmak için maceraya atılmakta gecikmez. Geçidin diğer tarafındaki gezegen, başlangıç filminden de bildiğimiz Abydos’tan başkası değildir. Sistem Lordu Ra tarafından yönetilen Abydos, zengin naquadah kaynaklarıyla da stratejik bir öneme sahiptir. Ayak bastıkları bu yeni gezegeni tanımaya çalışan üçlümüz, bir yandan Ra’nın valisi Aset’e karşı mücadele verirken, bir yandan da yerel halkla kaynaşmaya çalışır. Onlar koşuşturadursun, Paul Langford’u tutsak alan ve tercüman olarak kullanan Nazi ökültisti Wilhelm Brücke’ün ise bambaşka planları vardır. Hatta naquadah teknolojisine karşılık Aset’le bir köle pazarlığına bile girişmiştir. Artık Catherine Langford ve arkadaşları, tüm insanlığa hükmetme hayalleri kuran Brücke’ü durdurmak için zamanla yarışmak zorundadır.
15 Şubat’ta yayınlanan ilk üç bölüm maalesef endişeleri haklı çıkarır nitelikteydi. Müsamere tadında oyunculukları, ucuz set ve dekor tasarımları, göze batan görsel efektleri, üzerinde fazla çalışılmamış senaryosu, yüzeysel diyalogları ve en önemlisi de aksayan kurgu bütünlüğüyle dizi resmen dökülüyordu. Küçük bir kesim tarafından “en azından bir şeyler yapmışlar” denilerek savunulsa da, Stargate hayranlarının büyük kısmı diziye çıkışmakta gecikmedi. Gerçekten de Stargate Origins, neresinden tutarsanız tutun bir fan dizisinden daha fazlası değil. Gerçi internette çok daha kaliteli fan dizileriyle karşılaştığımız gerçeğini hesaba katarsak, Stargate Origins’e fan dizisi demek bile yeterli gelmiyor. Öte yandan dizi, çeyrek asra dayanan Stargate mitolojisiyle uyuşmuyor, kendine yeni baştan bir tarih yaratıyor gibiydi. Evrenin mitolojik bütünlüğünü bozan bu tutarsız anlatı, Stargate hayranları arasında da büyük tartışmalara yol açtı.
Her şeyden önce Stargate SG-1’den biliyoruz ki, Yıldız Geçidinin ilk açılışı 1945 yılında tesadüfen gerçekleşmiştir. Hatta o dönem Catherine Langford’un nişanlısı olan Ernest Littlefield, geçitten geçerek sırra kadem basmış ve SG-1 ekibi kendisini bulana kadar bir gezegende tam 50 yıl tek başına mahsur kalmıştır. Öldüğü söylendiği için nişanlısından umudu kesen Catherine ise, 50 yıl sonra yaşadığı anlaşılan nişanlısına kavuşacak olmanın mutluluğuyla hayatında ilk kez Yıldız Geçidini kullanmıştır. Fakat Stargate Origins, SG-1’deki bu bilgiyi görmezden geliyor ve Catherine’i 1938 yılında geçitten içeri sokuyordu. Ayrıca Catherine Langford, Yıldız Geçidinin nasıl çalıştığını bulabilmek için ömrünü feda etmiş biriydi. Buna rağmen sırrına erişememiş ve Daniel Jackson’dan yardım istemişti. Geçidin sırrını çözen kişi de Daniel Jackson olarak kayıtlara geçmişti. Ancak Stargate Origins’ta Catherine Langford’un 1938 senesinde geçidin çalışma mantığını çözdüğünü ve hatta arkadaşlarıyla beraber babasını bulmak için başka bir gezegene seyahat ettiğini görüyorduk. Catherine tüm bu bilgilere sahip olsaydı, geçidi çalıştırmak için koca bir ömrü de feda etmezdi, değil mi? Neyse ki dizinin senaristleri bu tutarsızlığı son bölümde giderdiler. Ancak bunu da akla gelen ilk yöntemle yaparak adeta zekamızla alay ettiler.
Stargate’in geleceği adına iyi mi oldu, kötü mü oldu tartışmaları süredursun, Stargate Origins’in büyük bir hayal kırıklığı yarattığı ortada. Elbette düşük bütçeli böylesi bir diziden kimse mucizeler yaratmasını beklemiyordu, ama daha derinlikli bir yapıma imza atılmaması için de bir neden yoktu. En azından yaratıcı ve hayal gücü yüksek bir kurguyla bu bütçe handikapı aşılabilirdi. İnsan, 1930 model araba aküsüne bağlanarak çalıştırılabilen bir Yıldız Geçidinden daha fazlasını görmeyi umuyor ister istemez. Özensiz kostümler, güldürmeyen komiklikler, Nazi klişeleri ve her bölüm sonuna işkence niyetine eklendiğini düşündürten o dönme efekti evlere şenlik boyutta. Yönetmen Mercedes Bryce Morgan ile sinematograf Nico Aguilar’ın amatörlüğü ise tam anlamıyla can sıkıcı.
Peki, hiç mi güzel bir şey yok? Az da olsa, evet var. Örneğin 94 tarihli başlangıç filminde Catherine Lanford’un çocukluğunu canlandıran Kelly Vint Castro’ya rol verilmesi hoş ve vefakar bir düşünce olmuş. Kasuf’un gençliği, “bani way” sözcüğüne yapılan vurgu ve sembolleri bulabilmek için girilen mağarada yaşananlar, başlangıç filmine yönelik güzel göndermeler olarak yüzde tebessüm bırakmayı başarıyor. Tüm bunlar bir yana, belki de dizinin en güzel tarafı Eski Mısır bilimcisi Dr. Stuart Smith’in akademik bilgisine başvurulması. Başlangıç filminde de danışmanlık yapmış olan Smith, özellikle Eski Mısır dilinin doğru kullanımı ve günümüze uyarlanması gibi konularda Stargate’e büyük hizmetleri dokunmuş bir uzman. Varlığı Stargate Origins’te de bariz şekilde kendini hissettiriyor demek yanlış olmaz.
Vaat edildiği gibi 10 bölüm olarak yayınlanıp sona eren dizi, maalesef Stargate evreninde hoş bir seda bırakamadı. Paslanmaya yüz tutmuş Stargate zincirinde güçlü bir hareketliliğe neden olup hevesleri kursakta bıraktı. Uzun süre sonra atılmış bu ilk adımın devamı gelir mi bilinmez ama gelecekteki olası projelere karşı duyulan heyecanı şimdiden küllemiş gibi görünüyor. Cefakar Stargate hayranlarının bundan çok daha fazlasını hak ettiği bir gerçek. Hal böyleyken, adamakıllı bir dizi haberi gelene kadar sabretmeyi ve bu tip çerezlik yapımlarla da açlığımızı bastırmayı sürdürmekten başka çare yok. Sen ne dersin Teal’c?
“Indeed!”