the ark

İyi Fikir, Ucuz Prodüksiyon: The Ark

Syfy, düşük bütçeli yapımlarıyla kötü bir üne sahip. Bunca zamandır büyük fikirleri olan, ancak yapımcılar tarafından desteklenmeyen sayısız dizisiyle televizyonda bilimkurgunun bayraktarlığını yaptı. Fikirler tek başına etkili olabilir, hatta uzun süre bir yapımı iptalden de kurtarabilir, ancak günün sonunda kesenin ağzını açmanız ve anlatılan evrenin heybetini seyirciye yansıtmanız gerekir. Ne yazık ki The Ark‘ın da en büyük sorunu tam olarak bu, ucuzluğu…

Dizinin arkasında Dean Devlin var. Kendisi, geçmişte Roland Emmerich ile beraber giriştiği Universal Soldier, Stargate, Independence Day, Godzilla gibi filmler sayesinde yıldızı parlamış isimlerden. Ancak sonrasında ikilinin yolları ayrıldı ve Devlin de The Librarians, Almost Paradise, Leverage: Redemption gibi piyasa işi dizilerde yönetmenlik ve senaristliğe soyundu. Hatta 2017’de Geostorm ile sinemaya da göz kırptı. Ne var ki Emmerich’siz giriştiği bu ilk film beklentileri karşılamaktan bir hayli uzaktı. Üstelik her şeyi eline yüzüne bulaştırmış, filmin büyük kısmı değişik isimler tarafından yeni baştan çekilmişti. Kısacası The Ark’ın arkasında, Emmerich’ten sonraki televizyon kariyeri orta düzeyde seyreden, sinema kariyeri ise başlamadan biten bir isim var.

Dünya’nın gitgide yaşanmaz duruma geldiği kaotik bir gelecekteyiz. Doğa çökmenin eşiğinde, insanlık yok oluşun ucundadır. Üstelik bu meşum manzarayı düzeltmek adına yapılan hamleler ters tepmiş, hesapta olmayan yeni hastalıklar ortaya çıkmıştır. Yaşam şartları giderek kötüleşirken devreye Trust Industries‘in kurucusu milyarder mucit William Trust girer ve hayata geçirdiği Ark Programı ile insanlığa umut ışığı olur. Program kapsamında bir düzüne nesil gemisi inşa edilir ve hepsi de yaşamı destekleme ihtimali bulunan ötegezenlere doğru uzun bir yolculuğa gönderilir. Gemilerin ve özenle seçilmiş mürettebatın başlıca amacı yaşama uygun gezegenler bulmak ve buralarda kendi kendine yeten koloniler kurmaktır. Böylece insan soyunun yok oluştan kurtulması amaçlanır.

Dizimiz, uzaya gönderilmiş ilk gemi olan Ark One‘ın yolculuk sırasında yaşadığı bir felaketle açıyor perdesini. Nedeni anlaşılamayan bir kaza sonucu, gemideki tüm üst rütbelilerin bulunduğu derin uyku kapsülleri uzaya savruluyor. Acil durum prosedürü ile uyanan gemi ahalisi ise bir yandan işleri rayına oturtmaya bir yandan da mürettebat arasında patlak veren kaosu dizginlemeye çalışıyor. Ancak sezon boyunca anlaşılıyor ki, başlarına gelen bu felaket yalnızca bir başlangıçtan ibaret.

Bu kısa özetten de anlaşılacağı üzere The Ark, hikâyesine bodosloma dalıyor ve karakterlerini hiç vakit kaybetmeden ateşin ortasına atıyor. Elbette bu yeni bir formül değil. Örneğin The 100 dizisini izleyenler, oradaki pek çok klişenin burada da olduğunu fark edecektir. Dolayısıyla, hikâyenin ve kurgunun bir yerlerden tanıdık gelmesi gayet olağan. Zaten dizinin de sıra dışı olmak gibi bir iddiası yok. Tam tersine, klişe bir temadan yola çıkarak özgün bir hikâye anlatmaya çalışıyor. Hatta daha fazla kaynağa ve bütçeye sahip pek çok diziye kıyasla iyi bir iş çıkardığı bile söylenebilir. Ancak gelin görün ki, dizinin geneline sirayet eden o “ucuzluk” hissiyatını görmezden gelmek kolay değil. Dizi de bunun bilincinde olsa gerek ki, söz konusu handikabı hızlı temposuyla aşmaya çalışıyor. Yine de zaman zaman hikâyeden kopmamızı sağlayan bu durumun önüne geçilemiyor.

Zira kostümler, aksesuarlar, setler; kısacası her şey ucuz ve sahte görünüyor. Dizi bize yıldızlararası yolculuk kapasitesine sahip bir gemiyle uzayda seyahat edildiğini ve hikâyenin de gelecekte geçtiğini satmaya çalışırken her şeyin bu denli düşük kalite olması tuhaf görünüyor. Görsel efektler de oldukça kötü. Neyse ki dizinin çok sağlam bir kurgusu var ve bu da hikâyeyi izlemeye değer hâle getiriyor. Tabii bunda kimi oyuncuların başarılı performansları da önemli bir etken. Tüm oyuncular için aynı şeyleri söylemek mümkün değilse de Christie Burke, Tiana Upcheva, Miles Barrow, Richard Fleeshman, Reece Ritchie ve Stacey Read‘in oyunculukları genel hatlarıyla akıcı. Özellikle Christie Burke, üstlendiği başrolü başarıyla kotarmasını biliyor. Yine Stacey Read’in canlandırdığı Alicia Nevins de etrafına neşe saçan sevimli bir karakter.

Dizide birçok klişe bulunuyor ve bunlar her zaman olumsuz bir hava vermese de ağızda kötü tat bırakabiliyor. Örneğin birkaçı hariç, iyi ve kötü karakterlerin kimler olduğu pek de şüpheye yer bırakmayacak denli bariz. Bu da bazı karakterlerin davranışlarını tahmin edilebilir hâle getiriyor. Yine de tüm bunları iyi bir drama unsuru olarak görmezden gelmek zor değil. Özellikle korkunç ucuzluğuna takılmayacaklar için dizinin akıcı ve merak uyandırıcı bir olay örgüsüne sahip olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Elbette dekorlar ve görsel efektler, bir yapımın bütçesi oranında kaliteli ve inandırıcıdır. Yapım ekibinin bu konuda yapabileceği fazla şey yoktur. Zira ne kadar ekmek, o kadar köfte. Ancak belki akıllı kamera kullanımı sayesinde diziye biraz daha çeşitlilik kazandırılabilir, ortamlar biraz daha çarpıcı ve ilginç hâle getirilebilirdi. Ne var ki dizinin sinematografisi de pek umut vaat etmiyor.

Sonuç olarak The Ark, büyük olasılıkla çoğu izleyici tarafından bir hevesle başlanıp sonrasında bırakılacak işlerden. Ancak akışına dalıp gidenler için dizi, hayatta kalma ve insan doğası hakkında klasik ve eğlenceli bir hikâye sunuyor. Maalesef vizyonunu gerçekleştirmek adına yeterli kaynağı olmadığı ortada. Kim bilir, eğer bir HBO dizisi olsaydı belki de şu an övüle övüle bitirilemeyecekti.

Yazar: Ceren Çalıcı

Türkçe öğretmeni. Okur, yazar, çevirir. Edebiyatı, sinemayı sever, animeye bayılır. Bilimkurgusal ve fantastik evrenlerde gezinmekten keyif alır.

İlginizi Çekebilir

elfen-lied

Karanlık, Kanlı ve Erotik: Elfen Lied, Gerçekte Neyi Temsil Ediyor?

Anime dünyasında bazı yapımlar, yayımlandıkları dönemde büyük bir hayran kitlesi toplasa da zaman içinde eleştirilerin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin