Family Guy, The Cleveland Show, American Dad! gibi ünlü animasyon dizilerinden tanıdığımız Seth MacFarlane‘in The Orville adlı yeni TV projesi duyurulduğunda herkeste oluşan beklenti aşağı yukarı aynıydı: Uzayı kendine arka plan olarak kullanan alabildiğine absürt bir yapım… Dizinin Eylül 2017’deki prömiyeri de bu beklentilerin haksız olmadığını kanıtlar nitelikteydi. Gerçekten de karşımızda sulu, komik, hercai bir iş vardı. Tabii bu, Seth MacFarlane ismini duyan ve önceki işlerine aşina olan çoğu seyirci için malumun ilanından başka bir şey değildi.
MacFarlane’i, yatakta karısını uzaylıyla basan Ed Mercer isimli derbeder bir Birlik subayı olarak izliyor ve maceraya deyim yerindeyse “ehe ehe” diyerek yelken açıyorduk. Üstelik hain eşi Kelly Grayson, kahramanımızın kaptanlığını üstlendiği uzay gemisine ikinci kaptan olarak atanınca dizinin gideceği ana istikamet de kısmen ortaya çıkmış oluyordu. Belli ki birbirinden hoşlanmayan eski karı-kocanın uzay gemisindeki güldürüsünü izleyecektik. Ancak seyir sanatının sağ gösterip sol vurma huyundan mütevellit, gözümüzün üstüne okkalı bir yumruk yememiz çok da uzun sürmeyecekti.
12 bölümlük ilk sezonu boyunca zikzaklı bir anlatı ortaya koyan dizi, evrileceği yönü belirleme noktasında kafa karışıklığı yaşıyor gibiydi. Dolayısıyla sezonu, ilk yarısı itibariyle absürt, ikinci yarısı itibariyle ciddi ve yer yer de bu ikisinin çarpışmasından doğan bir keşmekeş olarak betimlemek mümkün. Ancak ikinci sezonuyla birlikte dizinin yaşadığı kafa karışıklığı da nihayete erdi. Artık absürt yanını törpülemiş, zoraki mizahından arınmış ve bilimkurgunun tüm kallavi meselelerine el atmaya kararlı bir dizi vardı karşımızda.
Tabii mirasını üstlendiği Star Trek’in sadık takipçileri bu değişimden bir hayli hoşnuttu. Özellikle Star Trek: Discovery’den umduğunu bulamayanlar için tam anlamıyla bir can simidine dönüşmüştü. Zaten dizinin bu radikal dönüşümünde hoşnutsuz Star Trek izleyicilerinin de büyük payı var gibi görünüyor. Kendiliğinden gelişen bir süreç miydi, yoksa stratejik bir hamle miydi bilemiyoruz, ancak geldiği noktada The Orville’ın Star Terk’e yaraşır bir diziye seyirttiği ortada.
The Orville yine komik elbette, ama bunu öylesine kararında yapıyor ki ikinci sezonun sonu itibariyle kendisine bir komedi dizisi demek artık mümkün değil. Hatta sezon ortasında gösterilen iki parçalık Identity bölümüyle karanlık ve gerilimli bir atmosfer bile yaratmayı başardı. Bu iki bölüm hem televizyon tarihinin unutulmaz ters köşelerinden birine sahne oldu, hem de dizinin gideceği yönü göstermesi bakımından bir kırılma niteliğindeydi.
Çünkü öteden beri ciddi bir düşmanın olmaması diziye getirilen en büyük eleştiriler arasındaydı ve senaristler bu açığı çok konuşulan dâhiyane bir plot twist örneğiyle giderdi. Bu da dizinin hayran tepkilerine hızlı yanıt verebildiğini göstermesi açısından kayda değer bir gelişmeydi. Belki de ikinci sezonun en can sıkıcı hadisesi, Alara Kitan karakterine hayat veren güzel yıldız Halston Sage’in diziden ayrılmasıydı. Gerçi sezon finalinde tekrar karşımıza çıksa da, bu beklenmedik veda hoş olmadı. Yerine gelen Jessica Szohr’a ise henüz alıştığımız söylenemez.
Bazı ufak değişimlere rağmen, ilk sezonda karakterlerinin geri planlarını başarıyla eşeleyen dizimiz ikinci sezonda da bu tutumunu hız kesmeden sürdürdü. Hatta karakterlerimizin geçmişlerini, aile ilişkilerini, birbirleriyle olan etkileşimlerini ve içine doğdukları kültürün özelliklerini pek çok bölümün ana konusu olarak karşımıza çıkardı. Bu da haliyle izleyici olarak karakterlerle bütünleşmemizin önünü açtı.
Örneğin Moclan adlı sadece erkeklerden müteşekkil uzaylı bir türe mensup olan Bortus’un maceraları birkaç bölümün temel meselesi hüviyetindeydi. Yine güvenlik şefi Alara Kitan’ın ana gezegeni Xelayah’a yapılan yolculuk, gemi doktoru Claire Finn ile Isaac arasındaki yakınlaşma ve dümenci Gordon Malloy’ın sanal romantizmi dizinin hem karakter örüntülerini hem de dramatik yönünü ziyadesiyle besleyen ayrıntılar olarak hafızalara kazındı.
Öte yandan dizinin, içinde yaşadığımız çağa yönelik alaycı mesajları ve Star Trek’in ruhuna uygun olarak işlediği etik ikilimler kesinlikle övgüyü hak ediyor. Zaman yolculuğu, bağnazlık, vatanseverlik, paralel gerçeklik, yapay zekâ, soykırım, pornografi bağımlılığı, cinsiyet ayrımcılığı, politik yozlaşmışlık, sözde bilim safsataları gibi kallavi meseleler, ikinci sezonun öne çıkan temaları olarak göze çarpıyor.
Bu tematik çeşitliliğin de yardımıyla giderek ivmelenen bir dizi var karşımızda. İlk sezonun başarısını yineleyip yineleyemeyeceği tartışılırken, The Orville doludizgin bir ikinci sezonla hem kaygıların yersiz olduğunu hem de tek atımlık bir dizi olmadığını cümle âleme gösterdi. Hakkını teslim etmek lazım ki, Seth MacFarlane Star Trek’in ruhunu ziyadesiyle özümsemiş bir iş ortaya koymayı sürdürüyor ve haliyle bize de takip etmek düşüyor.