İkinci Sezonuyla Star Trek: Discovery

Baştan belirtelim, bu yazı yoğun şekilde spoiler içeriyor. Eğer diziyi izlemediyseniz okumamanızda fayda var. Gelelim diziye… Bryan Fuller‘in kafasında tasarladığı dizi yapım aşamasında değişikliğe uğrayarak ekranlara farklı şekilde geldiği için, Gretchen J. Berg ve Aaron Harberts ile aralarında hep bir gerginlik vardı. Malum, sonrasında Berg ve Harberts dizi kadrosundan ayrıldı. Bu o kadar da kolay bir süreç olmadı, çünkü Berg-Harberts ikilisi, ilk sezondaki bazı yanlışları ikinci sezonda düzeltmeye niyetliydi. Fakat işler umdukları gibi gitmedi ve yerlerini alan meslektaşları da aynı sıkıntıyla boğuşmak zorunda kaldı. Discovery’deki ilginç tropelerden birisi de kaptanın ana karakter olmamasına karşın, gemideki genel gidişata olan etkisinin bir hayli baskın ve agresif şekilde işlenmesiydi.

Geçtiğimiz iki sezon boyunca, U.S.S. Discovery’de her biri diğerinden farklı huylara sahip üç kaptan görev aldı. Birinci sezonun büyük bir kısmında Gabriel Lorca vardı. Karanlık, gizli ajandası olan, tekinsiz bir tiplemeydi. Lorca’nın sahtekarlıkları ortaya çıktığında, yerine geçici kaptan olarak Saru geçti. Bu komuta değişikliği ile birlikte Discovery bir bilim ve keşif gemisi rolüne büründü. İki kaptan arasındaki farklılığın en belirgin betimlemesi ise ekranlara şu şekilde yansıdı: Lorca komutasındayken kimse Burnham ile birlikte oturmazdı, Saru’nun komutasındaki gemide ise insanlar Tyler/Vog ile oturmakta bile sakınca görmüyordu. Gemi bir avcının aksine artık bir av tarafından yönetiliyordu. Lider ise saldırganlık yapmak yerine, yönettiklerinin ihtiyaçlarını gözetiyordu.

Sonrasında tekrar işler değişti, geminin komutası geçici olarak Christopher Pike‘a verildi ve Pike başından itibaren kendi tarzını ortaya koydu. Buna herkesin ismini öğrenmeye özen göstermek de dahildi. Genel anlamda oldukça duygusal bir sezondu. Spock‘ın dönüşü, Tilly‘nin komuta eğitiminde başına gelenler, Georgiou‘nun ekibe sataşması, Culber‘in geri gelişi, Airiam‘ın ölümü ve Burnham’ın annesine tekrar kavuşması gibi önemli olaylar sezonun duygusal tonuna büyük etki yaptı. Fakat karakter betimlemeleri güçlü bir şekilde ele alınırken, hikaye pek de oturaklı değildi.

Sezon, Kırmızı Melek olarak adlandırılan gizemli bir varlığın maceraları ile başladı. Bu varlığın yaptıklarından birkaçı şöyle sıralanabilir: İnsanları 3. Dünya Savaşı sırasında yok olmaktan kurtardı, Burnham’ı küçük bir çocukken ölümün eşiğinden aldı, Spock’a bazı mesajlar verdi ve yedi tane de sinyal yolladı. Dizi, gitgide daha fazla güç gösterisinde bulunan meleksi (veya kendini öyle gösteren) bir varlığı derinlemesine betimlemeye çalışıyordu. Star Trek önceden de dinsel ve gizemli konuları işledi. Bu temaların ortak işleniş noktasıysa hepsinin gözlemlenebilir bir fenomen olmasıydı. Yunan tanrıları ve Bajoran peygamberleri aslında çok güçlü uzaylılardı, Klingon mesihi gerçek bir karakterdi, hatta ona ait bir kan örneği bile vardı. Meşhur Q ise büyük güçlere sahip kudretli bir türdü.

Aslında Kırmızı Melek’le amaçlanan da başta buydu, fakat tam da yerine oturmayan bir şeyler vardı. Küçük bir şaşırtmacanın sonunda, Kırmızı Melek’in aslında Burnham’ın kendisi olduğu ve 31. Şube tarafından tasarlanmış özel bir kıyafet giydiği ortaya çıktı. Kıyafetin zaman yolculuğu yapabilme özelliği, tarihin çeşitli evrelerindeki olaylarda oynadığı rolü de açıklıyordu, fakat onca kahramanlığı nasıl yaptığı konusunda herhangi bir açıklama getirmiyordu. Örneğin sinyalleri nasıl gönderdiği konusunda bir bilgimiz yok. Kıyafetin yetenekleri genelde bölümün duyduğu ihtiyaç oranında işlendi ve tüm bir köyü 51,000 ışık yılı uzağa nasıl taşıyabildiği gibi meselelere hiç değinilmedi.

Genel olarak 31. Şube, yazarların düştüğü en büyük tuzaklardan biriydi. Sadece tembel kötüler olarak işlev görüyor, karakterlerimizin kahramanlık yapmasına gerek bırakmadan görevini icra ediyor ve bütün bu durum dizinin iyimser gelecek tasarımını baltalıyordu. Dahası, bir türlü durdurulamayan gizli örgüt konsepti de bir TV dizisi için oldukça yavan bir hamleydi. Ancak sezon, hikaye olarak zayıf kalmasına rağmen diğer unsurlar açısından epeyce başarılıydı. Karakter işlenişi oldukça iyiydi ve bu durum geçmişte de birçok kötü Star Trek serisini kurtarmaya yetmişti. Mürettebatın işlenişi ilk sezona göre daha derindi. Owosekun ve Detmer‘in yanı sıra, özellikle gerçekçi bir mühendis tiplemesiyle karşımıza çıkan Jett Reno seriye büyük yenilik kattı.

Sezonun en can sıkıcı gelişmelerinden biri de Culber’in dönüşüydü. Neden yapıldığı anlaşılamayan bu hamle, dizinin gerçeklikle bağını ciddi derecede zayıflattı. Ayrıca Culber ile Tyler arasındaki gerilim biraz daha zengin işlenebilirdi. Çünkü genel olarak Tyler ekranda biraz eğreti duruyor. Burnham ile olan birlikteliği çok yapmacık ve aralarında herhangi bir uyum olduğu da şüpheli. Adeta ilişkileri senaryoya zorla sokuşturulmuş gibi. Öte yandan geride bıraktığımız iki sezonun en başarılı karakterlerinden biri hiç kuşkusuz Saru’ydu. Kendisinin gelişimini izlemek ilginç olacak, çünkü yeni sezonda gemideki en kıdemli kişi o görünüyor.

Zaten ikinci sezonla birlikte Saru’nun halkı Kelpienler‘e dair de epeyce şey öğrendik. Meğer Kelpienler metamorfoz sürecindeki tırtıllarmış. Dönüşümlerini tamamlamalarından korkan Ba’ul‘un tezgahına gelmişler. Ama Saru daha girişken, daha agresif bir ruh halinde. Sonraki sezonlarda bu analitik komutanın nasıl bir kişiliğe bürüneceğini merakla bekliyoruz. İkinci sezonun belki de en başarılı yanı eski bölümlerle kurduğu sıkı bağlar. Mesela Pike ve Spock yoldaşlığını derinleştiren hikaye ögelerinin akıcı anlatımını bu sezonda daha yakından izleme şansı yakaladık.

Ethan Peck‘in Spock karakterine alışması ve hakkını vermesi uzun sürdü. Ama sonunda buna deydi. Star Trek evrenindeki en zeki karakterlerden birinin disleksi olması herhalde en Trek’vari olaydır. Zaten önceki Star Trek dizileri de sık sık bu tip pozitif ve motivasyon amaçlı mesajlar veriyordu. Sonuç olarak Peck, daha önce iki farklı aktör tarafından canlandırılan bir karakterin altından kalkmasını bildi. Ayrıca Rebecca Romjin‘i, Number One performansından dolayı kutlamak gerek. Keşke hakkında daha fazlasını öğrenme şansına erişebilseydik. Diğer karakterlerin hikayesini az çok biliyoruz ama Number One karakteri tam bir muamma.

Bu sezonda Burnham’ı yüksek rütbeli bir subay olarak izledik. Buna rağmen Star Trek hayranlarınca sevildiğini söylemek zor. Hatta Sonequa Martin-Green‘in oyunculuğunun çoğu zaman sinir bozucu olduğu bile söylenebilir. Oysa Anson Mount, bir sezonluk Christopher Pike performansıyla gönülleri çalmayı başardı. Dolayısıyla, dizinin başrolü olarak bunca zamandır kendini sevdirememesi ciddi bir doku uyuşmazlığına işaret ediyor gibi. Bakalım yeni sezonda gerek Martin-Green, gerekse senaristler bu sorunu aşmanın bir yolunu bulabilecek mi? Uzun lafın kısası, Kontrol adlı keçileri kaçırmış bir yapay zeka yüzünden çareyi geleceğe gitmekte bulan ekibimizin maceraları, onaylanan üçüncü sezonla birlikte kaldığı yerden devam edecek. Üstelik bu zaman çalımı sayesinde senaristlerin de eli genişleyecek. Zaten biraz daha uzatsalardı, diziyi kronolojiye uyduralım, tutarsızlığa mahal vermeyelim derken kalpten gideceklerdi! Hayır, madem ıkınıp sıkınacaktınız niye çektiniz?

Hazırlayan: Emre Karadeniz | Kaynak

Önceki Sonraki

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et