Sıklıkla The X-Files ile kıyaslansa da, Fringe‘in kendi bilimkurgu kimliğini sağlamlaştırıp bir klasik hâline gelmesi bambaşka bir hikâye. The X-Files dokuz sezon ve ardından çekilen iki devam filmiyle 90’ların popüler kültürüne damgasını vurmuştu. Fringe ise yalnızca beş sezonluk kısa ömründe, sürekli iptal edilmenin eşiğinde gezmiş, sonunda istediği şekilde sona ermiş olmasıyla da kendini farklı bir yere konumlandırabilmişti.
Yine de iki yapım arasındaki benzerlikler nedeniyle kıyaslanmaları çok normal. İkisi de egzantrik karakterlere sahipti, ikisinde de “haftanın yaratığı” bölümleri vardı, ikisi de modernize edilmiş bilimkurgu senaryolarına sahipti, hatta ikisi de Fox’ta yayımlanmıştı. İki dizinin de konuları geniş anlamda benzerdi: Sıradan müfettişlerin boyunu aşan tuhaflıkta olayları araştırmak için kurulan bir FBI özel birimi. Gelgelelim, iki dizi arasında belirgin bir fark da vardı. The X-Files etkisini ve anlatımının gücünü, geçmiş hükümetlerin ve yöneticilerin çevirdiği ve üstünü örttüğü gizli kapaklı işlere dayandırıyordu. Roswell UFO olayını çevreleyen komplo teorileri ve Watergate skandalı sonrası oluşan paranoya neticesinde, insanların Amerikan hükümetine gözü kapalı güvendiği günler geride kalmıştı; The X-Files da bu ortayı iyi değerlendirmeyi bilmişti.
İzleyiciler, gizli ajanlar Fox Mulder (David Duchovny) ve Dana Scully’nin (Gillian Anderson) maceralarını izlemeye başladığında, Amerikan hükümetinden şüphe duymak vatanseverlik dışı olmayı bırakın, artık akıllıca bir davranış sayılıyordu, hükümetin yalanlarına artık insanların karnı toktu. 2008’de, Mulder ve Scully’nin altı yıl sonrasında, Fringe geldi ve gözünü geleceğe dikti. Bu nedenle de 2013’te sona ermiş olmasına rağmen, modern endişeleri ve korkuları konu almasıyla hâlâ tazeliğini koruyor.
Fringe’de ekibimiz üç kişiden oluşuyordu: Ajan Olivia Dunham (Anna Torv), danışman Peter Bishop (Joshua Jackson) ve babası, çılgın bilim adamı Dr. Walter Bishop (John Noble). Yan rollerde Ajan Astrid Farnsworth (Jasika Nicole) ve ekibin lideri özel Ajan Phillip Broyles (Lance Reddick) vardı. Elbette, ekibin en önemli üyelerinden birini de atlamamak gerek: Walter’ın tuhaf laboratuvarında yaşayan, Gene adlı koca bir mandıra ineği. Tüm bu karakterler, bilimsel temelli tuhaf olayları araştırmak için kurulan Fringe Departmanı’nda önemli roller üstleniyordu. Karakterler dizinin ana teması olan “aile”yi oluştururken, bu “tuhaf ama sevimli” ekiple tezat oluşturan nahoşlukta vakaları araştırıyorlardı.
Daha pilot bölümünden bile, dizinin kendini sakınmayacağı belli oluyordu: Bir uçak, son teknoloji ürünü otopilot sayesinde yere yumuşak bir iniş yapıyordu, ancak ortada bu inişten dolayı sevinecek veya şükredecek kimse yoktu. Uçaktaki herkes; yolcular, uçuş görevlileri ve pilotlar ölmüştü. Herkes, etlerinin çözünmeye uğrayıp balçık kıvamında yerde birikmesine, yalnızca yapış yapış iskeletler hâlinde kalmalarına neden olan bir virüsten etkilenmişti. Teknolojik otopilot ile birlikte bu morgdan bozma uçaktaki kilit öneme sahip bir yolcu, Olivia’nın araştırmasını derinleştirip uluslararası bir şirket olan Massive Dynamic’e ulaşmasını sağlayan iki ipucu oluyordu. Ajan Dunham ile ilk konuşmasında şirketin CEO’su Nina Sharp (Blair Brown), şirketin devasa boyutunu pişkinlikle öne sürerek her şeyi kontrol edemeyeceklerini iddia ediyordu.
Sharp’ın amaçları bu aşamada belirsiz olsa da, daha ilginç olan şey şirketin kurucusu olan William Bell‘in (Leonard Nimoy) çok gizemli bir adam olmasıydı. İyi biri miydi, yoksa kötü biri mi? Bu soru ilk sezonun belkemiğini oluşturuyordu; Fringe Departmanı kendilerini buldukları bu cesur yeni dünyada, tüm yolların dönüp dolaşıp Massive Dynamic’e çıktığını görüyordu. Çok uluslu teknoloji şirketlerinin yükselişi 2008’de çoktan başlamıştı elbette ama bugün dönüp geriye bakıldığında, dizi sanki böylesi “dinamik” şirketlerin “devasa” erişim güçlerinin nerelere uzanabileceği konusunda bizi uyarmak ister gibiydi.
Hatırlanacağı üzere çok da uzun olmayan bir süre önce, Facebook içinden bir çalışan, sosyal medya devinin kullanıcılarına uyguladığı dezenformasyonu ortaya çıkararak ABD’de zaten çalkantılı olan siyasi iklimin daha da gerilmesine neden olmuştu. Yakın geçmişte adını temize çıkarmak için Meta adını alan platform, bünyesindeki Instagram ve WhatsApp ile dönüşümünü sürdürmeye çabalarken, kullanıcılarının gizliliğini ne derece koruduğu gibi konularda giderek artan eleştirilerin odağı olmayı sürdürüyor. Büyük Beşli olarak bilinen ve Meta’nın yanında Google, Microsoft, Apple ve Amazon‘un da yer aldığı teknoloji devleri de, insanların hayatlarında yol açtıkları sosyal dönüşümler yüzünden sıklıkla tepki çekiyor.
Her hâlükarda, Willim Bell yalnızca kurgusal bir karakterdi, üstelik Bell ve Massive Dynamic, Fringe’in başındaki dertlerden yalnızca biriydi. The Fly‘da bilimsel bir deneyin ters gitmesiyle bedeni bir tür canavara dönüşen Jeff Goldblum veya The Thing’de uzaylı bir yaşam formunun Kuzey Kutbu’ndaki bir araştırma laboratuvarında zaten paranoyak hâldeki araştırmacıları öldürüp onların suretine bürünmesi gibi, Fringe de bedensel korku öğelerine uzak değildi. Çılgın bilim insanları ve biyo-teröristler tarafından masum siviller kobay olarak kullanılıp tuhaf yaratıklara dönüştürülüyor, herhangi biri biyolojik bir silah olarak kullanılabiliyordu.
Fringe, psişik kabiliyetlerden ışınlanmaya kadar her türden sevilen bilimkurgu öğesini konu alıyordu. Bunların dışında daha tuhaf, hatta fantastik davalar da vardı; örneğin bir bölümde bir profesörün göğsünü Xenomorph gibi yarıp çıkan devasa, dikenli sürüngen yaratığın, daha sonra grip virüsünün makro ölçekteki hâli olduğu ortaya çıkıyordu. Hatta bu tuhaf davalar, dizinin parladığı yerlerdi bile denebilir. Adı üstünde, Fringe’de (İngilizce’de ‘uçlarda olan, ekstrem’ demektir), spekülatif ve çoğu zaman uçuk görünen teoriler havada uçuşuyordu.
İlk bölümde, belki de X-Files’a bir gönderme olarak, saldırıların kaynağı bir komplo teorisine bağlanıyordu (Broyles, Olivia’ya, “Bu olaylara Desen diyorlar, sanki birileri tüm dünya özel laboratuvarlarıymış gibi insanlar üzerinde deneyler yapıyor.” diyordu). İkinci sezonundan son sezonuna kadar ise, Fringe tek bir hedefi olan basit komplo teorilerinden uzaklaştı ancak çılgın bilim insanlarını ve biyo-teröristleri konu almaya devam etti. Günümüzde, Fringe’in üzerinden neredeyse on sene geçmişken, gerçek bilimin dizidekinden daha korkutucu bir şekle büründüğünü söylemek çok da yanlış olmaz.
Yakın zamanda gerçekleşen en Fringe-vari olay olarak, Havana Sendromu‘nu örnek gösterebiliriz; pek çok kişi durduk yere baş dönmesi ve göz kararması gibi sorunlar yaşamış, bunun sebebi olarak da bir tür ses silahı kaynak gösterilmişti. İşin garip tarafı, bu gizemli olaydan sadece hem ABD hem de Küba gibi komşu ülkelerdeki ABD hükümeti görevlilerinin etkilenmiş olmasıydı. Sorun araştırıldığında, bilim insanları tıbbî bir açıklama getiremedi, öyle ki bazıları bunun toplu bir histeri krizi olduğunu öne sürdü. Araştırmaya CIA de dahil oldu ancak yabancı kaynaklı bir “müdahale” bulgusuna rastlanmamakla birlikte, bütünlüklü bir açıklama da getirilemedi. Benzer bir ses dalgası silahı Fringe’in üçüncü sezonunda “The Box” adlı bölümde de işlenmişti, tabii o çok daha etkili bir kıyamet silahıydı.
İlk bakışta, basit bir kutuya benziyordu. Ne var ki metalik kutu açıldığında müthiş güçlü ses dalgaları yayılarak etrafındakilerin kulak zarlarını patlatıyor, katatonik bir hâle sokuyordu. Üstelik bu tek bölümlük bir şey de değildi, olaylar büyüyerek paralel evrenlerin de dahil olduğu dev bir hikâyeye bağlanıyor, Fringe’in kendi zengin ve çok tutulan evrenini oluşturmasını sağlıyordu. Üçüncü sezona gelindiğinde, Fringe’in asıl evreninin ikizlerinin de aynı anda var olmasıyla, dizi X-Files’ın gölgesinden tam anlamıyla çıkabilmişti. Bu paralel evrende, dünya tam anlamıyla parçalanmaktaydı ve aynısının asıl evrenimizde de gerçekleşme tehlikesi vardı. Tıpkı henüz yazılmamış bir tarih kitabının sayfalarını okur gibi, dizinin yazarları izleyicilere dünyanın pek çok farklı şartlar altında da kaosa sürüklenebileceğini gösteriyordu.
Bunun en son göstergesi, hâlâ can almaya devam eden COVID-19 pandemisi oldu. Aşı geliştirilmiş ve güvenlik önlemleri alınmış olmasına rağmen, aşının yarardan çok zararı olduğu konusundaki endişeler bitmek bilmedi. Aşının çok çabuk geliştirilmiş olmasından kaynaklanan endişeler, yerini bilimsel savların siyasi propaganda aracı olarak kullanılmasına bıraktı. Tabii bir de bilim insanlarının iklim değişikliğinden ötürü gerçekleşeceğini söyleyip durdukları doğal felaketlerdeki artış var. Ağustos 2021’de Avrupa, şiddetli yağışların etkisinde kaldı; sadece Almanya’da pek çok can kaybı ve daha önce eşi görülmemiş ölçüde maddi kayıp meydana geldi. Aynı yılın Aralık ayında da ABD’nin Kentucky eyaletini vuran kasırga, gece gerçekleşmesinin de etkisiyle daha önceki kasırgalardan çok daha sert sonuçlara yol açtı. Sadece bu iki doğa felaketiyle bile, daha önce bu tarz doğa felaketlerinin yaşanmadığı yerlerde ve mevsimlerde yaşandıklarını da hesaba katarsak, 2020’li yılların yeni normalinin böyle olacağını kolaylıkla öngörebiliriz.
Tüm bunlara rağmen, arkada Gene mö’lerken Fringe’i Walter’ın mikroskoplarından birinin altına koyup inceleyebilseydik, dizinin DNA’sındaki en önemli parçalardan birinin umut olduğunu görürdük. Dünyanın sonu temalı senaryolarına ve korkunç beden deformasyonlarına rağmen, dizi hiçbir zaman tamamen karanlık bir tonda olmadı. X-Files hükümete güvensizlik temalı komplo teorilerine odaklanırken, Fringe kullandığı bilimkurgu temalarıyla devasa teknoloji şirketleri ve bilim gibi konularda karamsarlık yaratma değil, izleyicilerini uyarma kaygısı güttü. Teknolojik ve bilimsel atılımların yararları olduğu kadar, beraberinde getirdiği tuzaklar da var elbette. Fringe, bizlere gücü elinde bulunduranların da nihayetinde insan olduklarını hatırlatıyordu.