Joss Wheldon‘ın kült televizyon dizisi Firefly, diğer işleri Buffy The Vampire Slayer (1996-2003), Angel (1999-2004) ve The Avengers (2012)’dan çok farklı bir kulvarda yer alıyor. Firefly, gerek sinema gerekse televizyon sektöründe örneğini çok az gördüğümüz uzay western’i türünde bir iş. Bu fark aynı zamanda yapımı sıra dışı kılan en dikkat çekici unsur. Zira Firefly bu türü en iyi icra eden yapım oluşuyla bilinir. Belki de Fox’ta sadece bir sezon sürmesinin sebebi onun bu farklılığıydı. Buna rağmen kısa süre içinde yarattığı hayran kitlesi ve DVD satışlarındaki üstün başarısıyla devam filmi Serenity (2005)’nin çekilmesini sağladı. Dizinin kısa ömrüne rağmen Serenity gemisinin kaçak mürettebatı, bilimkurgu sevenlerin hem zihinlerinde hem de gönüllerinde taht kurmayı başardı.
Kuşkusuz Firefly’ı diğer bilimkurgu dizilerinden ayıran en önemli özelliği uzayın soğuğuyla Teksas çöllerinin kavuruculuğunu aynı potada eriten muhteşem anlatımıydı. Aslına bakarsanız Firefly’ın hikayesi görünüşte oldukça basit gibi duruyor: Bir ekip ayarla, bir amaç edin, zorlu engelleri aşarak hedefe ulaş. Ancak Firefly’ı bu tip basit bir korsan hikayesine indirgemek hata olur. Peki ama aradan geçen onca yıla rağmen onu hala akıllarda tutan şey nedir? Dizinin yaratılışında yapımcı Whedon’ın, western‘in sertliğini melodramın duygusallığıyla harmanlayışı elbette ve bu yönüyle de bize eşsiz bir vizyon sunuşu. Tabi ki dizinin 14 bölüm boyunca her an en iyi lezzetleri sunduğunu söyleyemeyiz; örneğin müttefikler ve bağımsızlar etrafında gelişen politika ve tuhaf ahlak anlayışları dizide kimi zaman sinir bozan kimi zaman anlatıma mizah katan unsurlar olarak göze çarpıyor. Bunun dışında 2517 yılının yaşam kalitesi, teknolojisi ve diğer meseleleri günümüzle haddinden fazla benzerlik gösteriyor.
Dizinin arka planı, temel olarak müttefikler (Alliance) ve bağımsızlar (Independents) arasındaki türlü anlaşmazlıklardan oluşuyor. Diğer bilimkurgu yapımlarından aşına olduğumuz gibi burada da iki ayrı grup arasındaki çekişmenin savaşa sebep oluşunu izliyoruz. Tüm bu çekişmenin uzay emperyalizmi ve egemenlik hırsından kaynaklanması da izleyiciyi şaşırtmıyor. Asıl hikaye, sonunda patlak veren savaşı müttefiklerin kazanmasıyla başlıyor. Firefly evrenini doğal ve özgün yapan şey konuyu aşırı ütopik veya distopik işlememesi. Dizi boyunca zaman zaman başkaldırı sahneleriyle karşılaşsak da işlediği konu asla bir devrim değil. Tam aksine her karakterin kişisel çıkarları uğruna hareket ettiğini görüyoruz. Belki bu durum destansı bir işleyiş değil, fakat diziyi gerçekçi kılıyor.
Bir de büyüleyici eşlikçimiz Inara var. Shephar’ın (dolayısıyla izleyicinin) Inara’ya tanıştırıldığı sahneyi akıldan çıkarmak zor. Inara karakteri bir çeşit elçidir, aslında onun için hükümet onaylı özel arkadaş da diyebiliriz. Hafifmeşrep Hintli giyim tarzı içinde yumuşak ve ağırbaşlı konuşmasıyla akılları baştan almayı çok iyi başarıyor. En yüce itibarla onurlandırılmış karakterimiz, sahip olduğu diva ışığıyla göz kamaştırıyor. Onun bu çekiciliğinden etkilenmemek pek mümkün değil. Firefly evreninde eskort servisi günümüzdeki gibi olumsuz kültürel etki taşımıyor, aksine asil bir zarafetin nişanesi. Bu bilgiler ışığında dizinin cinsellik üzerinden prim yapmaya çalışmadığını söyleyebiliriz. Buna rağmen dizide konuyla ilgili küçük samimi göndermelere rastlamak da mümkün. Ancak bu girişimler her zaman masum düzeyde kalıyor. Zaten Whedon, iş kadın karakter yaratma konusuna geldiğinde daima titiz ve cömert olmayı bilmiştir.
Bu da bizi Firefly’ı benzer bilimkurgu yapımlarından ayıran başka bir özgün detaya götürür. Firefly’da kadın karakterlerin rolü büyüktür. Zoe, Kaylee, Inara, River ve diğer tüm kadınlar güçlü duruşlarıyla ön plana çıkarlar, üstelik bunu cinsel cazibelerine de borçlu değildirler. Zoe işini layıkıyla yerine getirebilen bir asker, Kaylee gemi mekanikçisi, Inara bir diplomat ve River da sıra dışı bir dahidir. Benzer yapımlarda bu tür karakterlerin erkek olmasına alışmış biz izleyiciler Firefly’ın kadın karakterleri işleyişini izlerken ufkumuzu iki katına çıkarırız.
Tüm bu detaylardan anlaşılacağı gibi, Firefly’ın bize sunduğu 500 yıl sonranın muhtemel medeniyet alternatifi diğerlerinden oldukça farklı. Bu yapımı özel kılan şeyin aşırı sempatik, absürd veya uçuk treknolojiye sahip bir gelecek tasvir etmesi değil; Whedon’un olağandışı ama kendini bilen yazım tarzı ve müzisyen Greg Edmonson‘ın orjinal tekniği olduğunu söyleyebiliriz. Nathan Fillion (Mal), Gina Torres (Zoe), Summer Glau (River), Morena Baccarin (Inara), Adam Baldwin (Jayne) ve Jawel Staite (Kaylee) gibi oyuncuların varlığı da ayrıca diziye değer katıyor. Science Channel da aynı fikirde olmalı ki 2011’de diziyi yeniden yayına aldı.
Sonuç olarak Firefly, gelmiş geçmiş bilimkurgu dizileri arasında kendine özgü yerini korumaya devam ediyor. Artık iyiden iyiye bir şehir efsanesine dönüşen olası ikinci sezonu bir gün gerçekten çekilir mi bilinmez ama yapımın sadık hayranları umutsuz bekleyişlerini inatla sürdürüyor.
Hazırlayan: Sibel İnce