stranger things

Dördüncü Sezonuyla Stranger Things

Yaklaşık 4 saat süren iki final bölümüyle dördüncü sezonunun perdesini indiren ve beşinci sezonu için şimdiden gün saydırmaya başlayan Stranger Things neden bu kadar çok sevildi? Dizinin başarısında payı olan unsurlar arasında neredeyse belirtmeyenin dövüldüğü üzere 80’ler nostaljisi ön plana çıkıyor. Bilhassa çocukluk yıllarını 80’lerde yaşamış izleyiciler, o geçiş çağına ait sosyokültürel unsurları, filmleri, oyunları, saç stillerini, müzikleri vb. yeniden anımsayarak zihinlerinde tatlı bir zaman yolculuğu gerçekleştiriyor. Analog devirden dijitale geçiş dönemi, tıpkı bizim gerçeklik boyutumuz ile dizideki upside-down (tepe taklak, tersyüz) paralel boyut gibi ayrık iki politik dünyayı birbirinden ayıran Demir Perdenin, Berlin Duvarının çatırdamaları…

80’li yıllar bu özellikleriyle tıpkı Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikâyesi” romanının başlangıcındaki dönem tasvirine ne kadar da benziyor: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece ‘daha’ sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.” Belki de zaten bu yüzden dizinin adı Strange Things (Acayip Şeyler) değil, “Stranger” Things (Daha Acayip Şeyler).

stranger things

Dizinin başarısındaki tek pay elbette ki 80’ler nostaljisi değil, çünkü o zaman nispeten daha genç izleyici kitlesinin diziye mevcut yoğun ilgisi açıklanamazdı. Stranger Things dizisinin anlatısı, edebiyatta “bildungsroman” dediğimiz kavrama denk geliyor, yani Türkçesiyle “oluşum romanı”. Bu tarz eserlerde, şart olmasa da genellikle çocuk yaşlardaki bir karakterin ilk gençlik yıllarından itibaren hayatta başına gelen sorunlarla uğraşıp onları çözerek –ya da çözemeyerek– gittikçe olgunlaşması ve amiyane tabirle kemale ermesi konu edinir.

Stranger Things dizisinde de her sezonun finalinde karakterlerin karşılaştığı bölüm sonu canavarı ile yüzleşmeleri, onu alt etmeleri, bunu yaparken kendi zaaflarını ve güçlerini de keşfetmeleri ve yeni sezona salt fiziksel değil psikolojik anlamda da biraz daha büyümüş olarak başlamaları onu bir “bildungsdizi” kıvamına getirmekte. Bu tarz hikâyeler ise her devirde ilgi çekici olmuştur, çünkü her devrin kendine has zorluklarıyla baş etmek zorunda olan ve bu sorunlarla yığılı tepeleri aşarak yeni zirvelere ulaşan, böylece “büyüyen” bir nesil vardır.

→SPOILER!←

Dizinin ilk sezonunda öykünün 1983 yılında Spielbergvari –veya Stephen Kingvari!- sıradan bir Amerikan kasabası olarak başladığı Indiana eyaletindeki Hawkins’te, dördüncü sezon itibariyle yıl artık 1986 olmuştur. Kasabaya bu sefer önceki sezonlarda upside-down boyuttan Demogorgon ve Mind Flayer gibi yaratıkların dışında, görüntüsüyle daha korkutucu bir güç dadanmıştır: Vecna. Dördüncü sezon, Vecna’nın ne –veya kim- olduğunun anlaşılmaya çalışıldığı bir sezonken, ayrıca ilk üç sezonda cevapsız bırakılmış bazı soruların da –Eleven’in tesisteki geçmişi, Will’in cinsel kimliği, kısmen de olsa Sovyetlerin Hawkins’teki faaliyetleri gibi- açığa kavuştuğu bir sezon oldu.

Kahramanlarımız Vecna’yı önce Mind Flayer’ın adeta generali zannetti, ilk sezondaki Demogorgon’dan da güçlü ve yenilmesi zordu yani. Fakat sezonun final bölümlerinde Vecna’nın orijin öyküsünün ve Eleven ile bağlantısının açığa çıkmasıyla aslında kimin kimin komutanı olduğu da görüldü. (Mind Flayer’ın örümcek şeklinde oluşu ve Vecna’nın çocukluğunda örümceklere olan düşkünlüğü bu bağlantıyı gösteren ayrı bir ipucuydu.) Bu sezonda Vecna’yı öldürmek için upside-down boyuta geçen Nancy, Steve, Robin, Eddie ve Dustin sayesinde upside-down boyutun görsel ayrıntılarının lezzetine daha çok varıyor, bu karanlık boyuttaki yarasavari ve köpekvari yaratıkları da daha bol görüyoruz. H.P. Lovecraftyan bir estetikle tasvir edilmiş upside-down, Lovecraf hayranlarını da kendisine âşık edecektir.

Dördüncü sezonda olaylar sadece kasabada geçmekle kalmıyordu, paralel olarak iki ayrı mekânla beraber (Nevada’daki gizli hükümet tesisindeki bir nevi sanal gerçeklik terapisi ile geçmişine dair hatıralarını hatırlayarak güçlerini yeniden kazanan Eleven -Millie Bobby Brown- ile beraber bir ekip, öldü zannedilirken Rusya Kamçatka’daki bir Sovyet hapishanesinde mahpus tutulduğu öğrenilen Jim Hopper’ı kurtarmaya çalışan Joyce Byers -Winona Ryder- ve Murray Bauman) aksiyon üç koldan ilerliyordu. Kurbanlarını Elm Sokağı Kâbusundaki Freddy Krueger stilinde hipnoz ederek paralize haldeyken çatır çatır katleden Vecna, sezon finalinde alt edilmiş gibi gözükse de (sonradan bedeninin ortadan kaybolduğunun görülmesi tıpkı Carpenter’ın Halloween filminin final sahnesini anımsatıyordu), Eleven’a her şeyin aslında yeni başladığını söyleyerek hem kahramanlarımızı hem de biz izleyicileri daha da heyecanlı bir beşinci sezonu beklediğinin ipuçlarını verdi.

Gerçekten de upside-down ile bizim gerçeklik boyutumuzu ayıran sınırların yıkılması, ana medyanın olayları ört bas etmek için bunu halka Hawkins’teki büyük deprem diye duyurması, ama finalde Hawkins’in ufuklarında beliren kara bulutlar, beşinci sezonda bu küçük kasabanın sırlarına karşı daha yoğun bir kamuoyu ilgisi olacağını belli ediyor. Önceki bölümlerde, gençlerin oynadığı Dungeons and Dragons tarzı oyunların şeytani içeriğini ve bu oyunu oynayan gençlerin ahlaksızlığını diline dolayan muhafazakar kitleler, şüphesiz ki bu yaşanılanları da “7.4 yetmedi mi?” diyerek yorumlayacaklardır. Bu yüzden beşinci sezonda olayların iyice yayılmasıyla, şiddeti artacak politik çatışmaları da daha yoğun seyredeceğiz gibi gözükmekte.

Dördüncü sezon, müzik tercihleriyle de çok ses getirdi. Her şeyden önce dizi, müziğin kendisini Vecna gibi şeytani bir kişinin hipnozundan kurtulmayı ve kendi gerçekliğimizdeki dünya ile bağlantımızı yitirmemeyi sağlayan –adeta- bir panzehir olarak göstermesiyle müthiş bir müzik felsefesi örneği sunmuş oldu. Müziğin bu kurtarıcı ve isyankâr rolünün, insan psikesini özgürleştirici özelliğinin en iyi farkında olan zaten totaliter rejimlerdir, bu yüzden bazı müzik türlerini yoz ilan ederler ki kontrolü daha iyi sağlayabilsinler.

Dizinin bu sezonunda Max’in favori şarkısı olduğunu öğrendiğimiz Kate Bush’un “Running Up That Hill”, yıllardan sonra gerçek dünyamızda da listelerde bir numaraya yükseldi. Ve tabii ki, Eddie’nin upside-downdayken gerçekleştirdiği o muhteşem Metallica’nın “Master of Puppets” performansı, bu sezonun ve belki de bütün geçmiş sezonların en epik sahnelerindendi. Beşinci sezonda, tıpkı üçüncü sezonun sonunda öldü zannettiğimiz Jim Hopper’ın dördüncü sezonda aslında ölmediğini öğrenmemiz gibi, umarız Eddie için de bir sürpriz bizi bekliyordur.

Stranger Things’in üçüncü ve dördüncü sezonu arasında, pandemiye denk gelmesi nedeniyle üç yıl ara verilmişti. Pek muhtemelen beşinci sezon için bu kadar beklemek zorunda kalmayacağız. Zaten dizinin yapımcıları da elini çabuk tutmak zorunda, çünkü dizideki minik civcivler gittikçe palazlanıyor, bu da hikâyedeki karakterlerin yaş inandırıcılığı açısından risk taşıyor. Bir ihtimal, beşinci sezonda olay dizgisinde bir zaman sıçramasıyla birkaç yıl sonrasını –belki de 90’lar Hawkins’ini, belli mi olur- işleyerek bu sorunu aşabilirler, ama dördüncü sezon finalinde upside-down boyutunun artık gözle görünür biçimde bizim gerçekliğimize sızmaya başlaması, kahramanlarımızın acilen bir şeyler yapmasını mecbur kılıyor.

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu ve kapitalizm

Bilimkurgu ve Kapitalizmin İç İçe Geçmiş Tarihi

Bilimkurgu, uzun zamandır neoliberal hegemonyayı İngilizce konuşan halkın bilincine yerleştirmek için bir araç olarak kullanılmıştır. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin