The Man in the High Castle

Çekirge Yalan Söylüyor: Yüksek Şatodaki Adam

Açılış jeneriği ekrandan akarken Yüksek Şatodaki Adam ciddi bir iş gibi görünüyor. Philip K. Dick’in aynı adlı kitabını temel alan ve özellikle Amazon Prime için hazırlanan bu tarihi drama, mihver güçlerin ikinci dünya savaşını kazanarak Amerika’yı işgal ettiği alternatif bir geçmiş senaryosunu konu alıyor. Almanya Amerika’nın doğu kıyısı ve orta batısı üzerinde egemenlik kurmuş ve hükmü altındaki Amerikalılar, Büyük Alman İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirilmiştir. Batı kıyısında Japon İmparatorluğu’na ait bir koloni kurulmuştur ve buradaki Amerikalılar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmektedir.

Bu iki bölge arasında kalan ve Amerika’yı boydan boya iki parçaya ayıran kıta ayrım çizgisi boyunca da “Tarafsız Bölge” yer almaktadır. “Bölge” olarak adlandırılan bu alan iki totaliter rejimden kaçanların doluştuğu kontrolsüz ve kanunsuz bir yerdir. Frank Spotnitz tarafından yaratılan dizi, izleyiciye baştan sona canlı bir gerçeklik hissini aşılamayı başarıyor.

The Man in the High Castle 2

Karakterler

Joe Blake (Luke Kleintank): Tarafsız Bölge’de yer alan Canon City’ye Direniş örgütü adına bir teslimat yapma görevini üstlenen Manhattan’lı bir kamyon şoförüdür. Bu karakter dizinin ana hikaye örgüsündeki birçok sürpriz gelişmenin merkezinde yer almaktadır.

Juliana Crain (Alexa Davalos): İşgalci Japonlarla barış içinde yaşarken Japon gizli polisinin neden olduğu ani bir trajedi sonucu Direniş örgütünün Canon City’de yaşayan ve diziye adını veren Yüksek Şatodaki Adam’a teslim edilmesini istediği bir dizi haber filmini keşfeden San Francisco’lu bir dövüş sanatları uzmanıdır.

Frank Frink (Rupert Evans): Juliana’nın bir makine atölyesinde çalışan erkek arkadaşıdır. Dizinin başlangıcında sanatçı olarak yeteneklerini karlı işlerde kullanmak istese de,  yetkililer Juliana’yı almaya geldiğinde istemeden bir entrika dünyasının içine çekilir.

Nobusuke Tagomi (Cary-Hiroyuki Tagawa): Pasifik Devleti’nin Ticaret Bakanı. Meditasyon ve I Ching’e meraklı olan Tagomi’nin İmparatorluğu korumak adına uyguladığı sıra dışı yöntemlerle iyi bir insan olma çabası dizinin olay örgüsünün ilginç unsurlarını oluşturuyor.

John Smith (Rufus Sewell): Amerikan SS Generali

Başmüfettiş Kido (Joel de la Fuente): San Francisco’daki Kempeitai’nin acımasız lideri.

Rudolf Wegener (Carsten Norgaard): İsveçli sanayici “Mr. Baynes” kimliğini kullanan SS Albayı Wegener’in gerçekte Ticaret bakanı Tagomi aracılığıyla Japon Bilim Bakanı ile bir görüşme ayarlamak gibi önemli bir görevi vardır.

The Man in the High Castle 3

SPOILER BAŞLANGICI!

Yıl 1962.  Alman İmparatorluğu ile Japon İmparatorluğu eski ABD topraklarını 1947’deki “Amerika’nın Teslim Gününden” beri bir kuşaktır işgalleri altında tutmaktadırlar. Alman işgalciler büyük Alman İmparatorluğu’nu Museviler, siyahiler ve diğer “istenmeyen” gruplardan arındırmıştır. Japonlar ise görünüşte daha hoşgörülüdür, onların kitle katliamları yalnızca politik direniş gösterenlere yöneliktir. İki mihver devletin çıkarları birbiri ile kesişmeye başlamıştır ve bir yandan iki hükümet arasındaki gerilimler, bir yandan da ünlü Amerikan Direnişçileri “barışa” karşı büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Dizinin açılışında Direniş’e katılan iki kişinin geçmişini öğreniriz. Katılımcılardan erkek olanı Joe Blake’tir ve kendisine New York’ta bir şirket tarafından Tarafsız Bölge’deki Canon City’ye “kahve makineleri” götürme görevi verilmiştir. Kadın karakterimiz ise Juliana Crain’dir ve kız kardeşi Trudy Kempeitai (Japon gizli polisi) tarafından vurulunca yer altına girmeye karar vermiştir. Juliana Trudy’nin eşyaları arasında “Çekirge Yalan Söylüyor” etiketini taşıyan bir dizi haber kaydı bulur. Bu kayıtlarda Amerikan deniz piyadelerinin ABD bayrağını Iwo Jima’ya dikişi, Amerikan erlerinin Normandiya kıyılarına çıkışı ve Amerikalıların Avrupa ve Japonya’da savaşın sona erdiği zafer günlerini New York City’de kutlayışını gösteren alternatif bir gerçeklikten sahneler izlenmektedir. Bu görüntülerden büyülenen Juliana Trudy’nin çantasında bulduğu bir ipucunu izlemeye karar verir. Bu Canon City’ye alınmış ve üzerinde “Sunrise Restoranı 12:5” biçiminde şifreli bir mesaj yazılı olan bir bilettir. Metal ustası erkek arkadaşı Frank Frink’in tüm itirazlarına rağmen Juliana ertesi gün o otobüse biner. Trudy’nin buluşacağı kişinin onun eşyaları arasında bulduğu ve gizemli “Yüksek Şatodaki Adamın” eseri olduğu söylentisi dolaşan filmler üzerine daha fazla bilgi sağlayacağına umut bağlamıştır.

the-man-in-the-high-castle-image

Konuyla ilgilenen tek kişi Juliana değildir. Hem Nazi, hem de Japon rejimleri bu isyankar filmler ile bunları yaratan kişiyi ellerine geçirmeye kararlıdırlar. Kempeitai, Juliana’nın yerini öğrenebilmek için Frank’i tutuklar. Frank’in Yahudi kökenli olduğunu keşfeden Baş Müfettiş Kido, kız kardeşi ve iki yeğeninin Zyklon D gazıyla zehirlenmesini emreder, fakat Frank yine de konuşmayı reddeder. Japonlar onu neredeyse vurmak üzereyken Juliana’nın çantasını (bir tanesi hariç içindeki tüm haber filmleriyle birlikte) otobüsten çalan bir kadını yakalarlar. Kido bu durumdan duyduğu hoşnutlukla hala olana inanamayan Frank’i ironik bir ifadeyle “sen yeterince acı çektin, ben de zalim bir adam değilim” diyerek serbest bırakır.

Bu sırada Canon City’de meteliksiz kalmış olan Juliana, Sunrise Restoran’da yediği yemeğin hesabını ödeyen Joe Blake ile tanışır. İkisi hemen arkadaş olurlar ve Joe, Juliana’ya yakındaki bir otelde yer bulması için yardım eder. Juliana görüşeceği kişiyi aramak için restoranda garson olarak işe başlar. Müşterilerden İncil okumakta olan yaşlı bir adam ona İncil’in Vaizler bölümünde 12:5’ e bakmasını tavsiye eder (“Ve onlar yüksekte olandan korkacaklar, önlerini korkular kesecek, sonra badem ağacı çiçek açacak ve çekirge bir yük olacak”…). Juliana ona filmi teslim etmek için bir buluşma ayarlar ve Joe’ya bu buluşmadan söz eder. Juliana ayrıldıktan sonra Joe New York City’de bir numarayı arar. Joe aslında gizli bir SS ajanıdır ve doğrudan General John Smith’in emrindedir. Joe yaşlı adamın çok tehlikeli bir SD (Sicherheitsdienst, SS’in casusluk teşkilatı) ajanı olduğunu öğrenir. Joe buluşma noktasına gittiğinde yaşlı adamın filmi almak için Juliana’ya saldırdığını ve Juliana’nın da aikido becerisini kullanarak adamı barajdan aşağı attığını görür. Joe Juliana’yı şehre geri götürür ve orada ikisi de kendileriyle temasa geçecek kişileri beklemeye başlarlar.

2S8A5247.CR2

Uzun süre beklemezler. Kısaca “Mareşal” lakabıyla tanınan acımasız bir ödül avcısı şehirde beliriverir. Aslında SD ajanıyla buluşmaya gelmiştir, fakat yakınlardaki bir kitapçıdan Juliana’nın varlığını öğrenir. Kitapçının Alman Reich’ının aradığı bir kaçak olduğunu fark eden Mareşal onu bizzat öldürür ve cesedini bir yol tabelasına asar. Joe ve Juliana SD ajanının otomobilinde terk edilmiş bir madeni gösteren bir harita bulurlar ve harita onları büyük olasılıkla işkenceyle öldürülmüş bir kadının kalıntılarına götürür. Aynı yerde iki tanesi hariç tümünün üzeri çizilmiş bir de isim listesi bulurlar. Üzeri çizilmeyen isimlerden biri Trudy’ye, diğeri de Sunrise lokantasının sahibi Lemuel Washington’a aittir. Onun Direniş’le bağlantıyı sağlayacak kişi olduğunu anlayan Juliana şehre dönse de, burada Mareşal tarafından izlenmektedir.

Ona izlerini kaybettirmeyi ancak karmaşık bir entrika ila Juliana’ya bir otomobil kazasında ölmüş süsü vererek başarabilirler. Lemuel’i tehlikeden haberdar ettiklerinde Lemuel onu filmleri toplayan kişiye götürmeyi kabul eder. Bu kişi Yüksek Şatodaki Adam’dır. Fakat buluşma noktasında Lemuel ile Direniş’in (Yüksek Şatodaki Adam hariç) diğer üyeleri silahlarını Nazi olduğundan kuşkulandıkları Joe’ya doğrulturlar. Joe kamyonda gizlendiği yerde bulduğu bir “Çekirge Yalan Söylüyor” filmini onları sakinleştirmeyi başarır. Juliana geride kalıp diğer cevapları bulmaya çalışsa da, San Fransisco’yu arayıp arkadaşlarından Frank’in “yanlış bir şey” yapacağını duyunca geri dönmek zorunda kalır.

Man in the High Castle

Kız kardeşi ve yeğenlerinin ölümü nedeniyle perişan haldeki Frank, ziyarete gelen Japon veliaht prensini konuşma yaparken vurmayı planlamaktadır. Frank iş yerinde ürettiği el yapımı 45’lik Colt silahını alarak konuşmanın yapılacağı yere giderse de tetiği çekmeyi başaramaz. Öte yandan, başka birisi de aynı niyetle oraya gelmiştir ve onun tetiği çekmek konusunda tereddüdü yoktur. Japon prensi vurulur ve alanda kargaşa çıkar. Frank darmadağın halde eve giderken silahını yolda bir yere saklar. Japon prensinin konuşması sırasında planları tutmayan bir diğer kişi de SS Albayı Rudolf Wegener’dir. İsveçli sanayici “Baynes” takma adını kullanan Wegener, Pasifik Devleti Ticaret Bakanı Nabusuke Tagomi’ye önemli bir görevle gitmiştir: Amacı prense eşlik eden Japon Bilim Bakanı’na bir mikrofilm üzerinde bir takım planlar teslim etmektir. Kargaşanın ortasında Wegener Bilim Bakanı ile görüşmeyi başaramaz ve Tagomi onu diplomatik vize ile çıkarmadan önce mikrofilmi saklamak zorunda kalır. Fakat Wegener’in şansı yaver gider ve New York uçuşu için havalimanına giderken yolda Bilim Bakanı ile karşılaşarak mikrofilmi ona gizlice vermeyi başarır.

Varışında Wegener’i eski bir arkadaşı ve meslektaşı olan General John Smith karşılar ve onu Amerika’nın Teslim Günü kutlamaları için Long Island’daki evinde yemeğe davet eder. Canon City’deki araştırma görevinden dönen Joe Blake de oradadır. Cincinnati’de birlikte görevli oldukları zamanın anılarını yad eden Smith ile Wegener başta iyi anlaşır görünse de,  Wegener Pasifik Devletinde ne amaçla bulunduğunu açıklamayı reddederek üstüne bir de Nazi işgali sırasında rol aldığı ölümlerden dolayı pişmanlığını ifade edince Smith ondan kuşkulanmaya başlar. Gecenin sonunda Smith onu tutuklatır. Smith Joe’nun da açıkladığından fazlasını bildiğinden kuşkulanır ve Joe “Çekirge” adlı dosyaya bakmak için Smith’in dolaplarından birini açmaya çalışınca da bu kuşkuları doğrulanır.  Joe Juliana’nın Canon City’de Direniş faaliyetlerine katıldığını ve daha önemlisi de hala hayatta olduğunu itiraf eder. Smith Joe’ya onu bularak San Fransisco’da ortaya çıktığı söylenen yeni filmi ele geçirme emrini verir.

YSA

Bu sırada Juliana da cevapları aramaya devam etmektedir. Kendi kentinde Direniş ile temasa geçer ve örgütün ısrarıyla Nippon Binasında Ticaret Bakanı Tagomi’nin yardımcısı olarak işe başlar. Juliana bu görevde birçok şaşırtıcı bilgiye ulaşır. Bunlardan biri Kempeitai tarafından Direniş’in izlenmesi amacıyla telefonların dinlendiğidir. Üstelik hayatı boyunca postacı sandığı üvey babası da bu operasyonun yöneticisi gibi görünmektedir.  Tagomi Juliana’ya  Kempeitai’ın kız kardeşi Trudy’yi gömdüğü toplu mezarın yerini de söyler. Hem Tagomi, hem de Direniş Juliana’nın yeni işindeki performansından memnun ise de, olayların akışı onun bu işten tamamen kopmasına neden olacaktır. Kempeitai, Frank’i unutmamıştır. Balistik raporu kesin bir sonuç vermese de, birçok görgü tanığı konuşma sırasında gözlüklü ve koyu saçlı – Frank’e benzeyen – bir adamın elinde tabanca gördüklerini ifade etmektedir. Evinin ve işyerinin civarındaki polis varlığından tedirgin olan Frank, Juliana ile birlikte Pasifik Devleti’nden kaçmak üzere bir plan yapar. Eski Amerikan eserleri satan bir kişi ile birlikte Kabile Şefi Oturan Boğa’nın gerdanlıklarından birinin sahtesini yaparak büyük bir miktara satacaklardır. Entrika başarılı olur ve Frank elde ettiği parayla Juliana’yı alıp Tarafsız Ülke’ye göçmeye niyetlenir.

Bu sırada yeni bir “Çekirge Yalan Söylüyor” haber filminin ortaya çıktığı söylentisi kulaktan kulağa yayılarak Direniş’e de ulaşmış ve Direniş filmi satın alma çabasına girişmiştir. Ne yazık ki Yakuza aracılarını öldürüp ve filmi rehin almıştır. Direniş Juliana’nın Joe’nun yardımına başvurmasını ister. Joe parayı Nazi elçiliğinden alarak filmi Yakuza’nın kontrolündeki zevk tapınağında gizlice teslim alır. Fakat Juliana son dakikada Kempeitai’nın zevk tapınağına baskın yapacağını öğrenerek dostlarını uyarmaya gider ve Joe ile birlikte Yakuza tarafından yakalanır. Direniş onu kurtarmak için yüksek bir fidye ödese de, Joe’nun fidyesini ödemeyi reddeder. Juliana Frank’i Joe’nun fidyesini gerdanlık için aldığı paradan ödemesi için ikna eder. Joe serbest bırakılırken filmi geri çalmayı başarır ve Frank’e teslim eder. Juliana ve Frank filmi izlerken Joe Kempeitai’dan kaçmak için yer altına girer. Bulunan film daha önceki Amerikan zaferlerinin aksine nükleer bir bombanın Golden Gate Köprüsü ve San Francisco’yu yerle bir ettiği ve SS subaylarının sivilleri öldürdüğü iç karartıcı sahneleri göstermektedir. Dehşetle bu askerlerden birinin Joe olduğunu ve Frank’i başından vurduğunu fark ederler. Joe geri döndüğünde filmi şok içindeki Juliana’dan çalarak Nazi Elçiliğine döner.

the-man-in-the-high-castle-11

Etkileyici finalde olay örgüsünün birçok unsuru yerine oturur – ya da darmadağın olur. Albay Wegener artık yaşlanan Adolf Hitler’e karşı bir darbe yapmayı ve Alman İmparatorluğu’nun kaynakları Pasifik Devleti’ni ele geçirmek için Japonya’ya savaş açmayı planlayan Orgeneral Reinhard Heydrich’in ellerine teslim edilir. Heydrich Wegener’in ailesini tehdit ederek onu Hitler’e suikast yapmaya ikna eder. Bu sırada Heydrich General Smith’i Catskills dağlarında bir av partisine davet ederek ona silah çeker darbede yanında yer almasını ister. Bir yandan da Berlin’den Wegener’in suikastinin başarılı sonuçlandığını bildiren telefonu beklemektedir. Fakat Hitler’in Wegener’e geçmişte yine Hitler tarafından verilen emirle işlediği suçları hatırlatan ve Heydrich liderliğinde Japonya’ya açılacak bir savaşın kasvetli tablosunu çizen etkileyici sözleri Wegener’i durdurur ve Wegener sonunda kendini vurur. Ormanda Smith’i izleyen yardımcısı Heydrich’in yaverini öldürerek Smith’e Heydrich’i vurma fırsatını verir. Çalan telefonu Smith açar ve “Sayın Führer’im, haini ele geçirdim” der.

Bu sırada San Francisco’da Juliana ve Frank, Pasifik Devleti’nden çıkmaya çalışmaktadır. Önceden yaptıkları bir otobüse atlayıp kaçma planı yetkililerin artık bilet almak için fotoğraflı kimlik belgesi istemeleri nedeniyle suya düşmüştür. Direniş onları Meksika’ya geçirmeyi kabul eder, fakat bir şartları vardır: Juliana artık bir Nazi ajanı olduğunu saptadıkları Joe’yu öldürmelerine yardım edecektir. Juliana Joe’yu Direniş’in tuzağa düşürmeyi planladığı iskeleye çekmeyi başarırsa da, Joe gözyaşları içinde Canon City’de Juliana’ya rastlamasının hayatını değiştirdiğini itiraf edince dayanamayarak kaçmasına izin verir. Joe’yu bir tekneyle Meksika’ya geçerken görürüz. Öte yandan Başmüfettiş Kido prense yapılan suikastın arkasındaki gerçek hainin kimliğini anlamışsa da sesini çıkarmaz. Suikastçı odasında keskin nişancı tüfeği saklayan bir SS subayıdır ve Kido tarafından vurulur. Kido ile yardımcısı cesedi ve resmi belgeleri ortadan kaldırır. Kido bir Nazi hükümet yetkilisinin prensi öldürdüğünün açıklanmasının bir savaşı başlatabileceğini söyler: “Şu anda İmparatorluğumuzun böyle bir savaşı kazanması mümkün değil.” Kempeitai Frank’in iş arkadaşlarından biri olan Ed McCarthy’yi yakalar ve Ed aradıkları tabancanın kendisinde olduğunu itiraf eder. Fakat Frank Ed’in kendi suçunu üstlenmesine göz yumamaz ve polise teslim olur.

SPOILER SONU!

man-in-white-castle

Değerlendirme

Yüksek Şatodaki Adam’ın güçlü bir duygusal yanıt almayı amaçladığı açık ve bu yanıtı da alıyor, ama oldukça beklenmedik biçimlerde. Reklamcılar, bir New York City metro vagonunu Büyük Alman İmparatorluğu’nun üzerinde gamalı haç bulunan bayrağı ile donattığında birçok kişi öfkeye kapılmıştı ve halkın tepkisi o kadar sert olmuştu ki kampanyanın durdurulmasına yol açmıştı. Açılış jeneriğinde Edelweiss (Hitler’in en sevdiği şarkıdır) şarkısının duygusal biçimde yer alması, New York’taki Times Meydanı üzerinde neon harflerle “Çalışmak Özgür Kılar” yazısının bulunması, Büyük Alman İmparatorluğu’nda fiziksel veya zihinsel “istenmeyen unsurların” gazlanarak yakılması, Japon gizli polisinin toplu mezarları gibi örnekler içeren mizansen yeni distopyayı yansıtmakta başarılı ise de, bir zamanlar özgür olan bir ülke üzerine kurulan baskı rejiminin acı ve kasvetini asıl hissettiren daha küçük ayrıntılar da var.

Bunlar Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya ve Japonya’ya yenilmesinden sonra varlığını nasıl sürdürebileceğini merak etmenize neden olan ayrıntılar fakat İtalya’ya karşı bir yenilgi söz konusu değildir, kimse kadar büyük bir utancı hak etmez). Toplum çoğu zaman açıklanması güç biçimde normal davranır görünmektedir. Bizim zaman çizgimizde harabeye dönen Berlin veya Tokyo’nun savaşla yerle bir olmuş görünümünden çok farklı olarak Yüksek Şatodaki Adam’ın çizdiği Amerika, işgalden pek az hasar görmüştür. Dizide Nazi’lerin 1945’te Washington, D.C.’ye atom bombası atmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin mihver devletlere teslim olduğu anlaşılmaktadır.

the-man-in-the-high-castle-a-chi

Bundan sonra Almanya’nın ırkçı yasalarını, Hitler Gençlik Örgütü’nü ve Tiergartenstrasse-4 stili zorla ötanaziyi benimseyen Amerika yeni duruma oldukça iyi uyum sağlamış görünüyor. Pasifik Devleti’nde ise halk biraz daha mutsuz. Savaşı hatırlayacak yaşta olan Amerikalılar Japon efendilere içlerinden homurdanırken bazıları da Japonlar’ın yerine Alman İmparatorluğu’nun gelmesini istemektedir. İşgale karşı bir şeyler yapmak isteyen tek grup Direniş üyeleridir. Öte yandan Direniş de birçok açıdan savunduğunu iddia ettiği özgürlük ilkelerinin antitezidir: Direniş üyeleri Juliana’ya tekrar tekrar filmleri izlememesini ve asla soru sormamasını söylerler. (Ayrıca Doğu Kıyısı Direniş üyelerinin General Smith ile yardımcısını otomobilde kısa mesafeden makineli tüfekle vurmayı planladığı sahnede de görüldüğü gibi Direnişçilerin nişancılığı da berbattır,zira adamların ikisi de suikasttan kurtulur.)

Bu nedenle de Mihver devletlerin Amerika’yı ele geçirmesinin bu kadar kolay olmasının nedeni yine Amerikan halkından kaynaklanmaktadır. Abraham Lincoln’un bir söylevinde ifade ettiği gibi:

“Dev bir askeri güce sahip bir ülkenin Atlantik’i aşıp da bizi tek yumrukta yıkmasını mı bekleyeceğiz? Asla! Avrupa, Asya ve Afrika’nın tüm orduları dünyanın (bizimki hariç) tüm hazinelerini askeri sandıklarına doldurup, kumandan olarak da yeni bir Bonapart’ı önüne katsa bile, bin yıl geçse de ne zorla Ohio nehrinden bir yudum su içebilir, ne de Blue Ridge dağlarında bir adım yol alabilirler. O zaman tehlike hangi noktada bize yaklaşabilir? Cevabını ben vereyim. Tehlikenin bize ulaşması için kendi içiminizde çıkması gerekir, dışarıdan gelmesi mümkün değildir. Payımıza bir yıkım düşerse, yaratıcısı da uygulayıcısı da ancak kendimiz olabiliriz. Özgür insanlardan oluşan bir ulus olarak ya hayatta kalacağız, ya da kendimizi öldüren yine biz olacağız.”

nazi-america-the-man-in-the-high-castle

Dizinin ortaya koyduğu keskin sorulardan biri de Yüksek Şatodaki Adam’ın evrenindeki Amerikan halkının özgürlük ve bağımsızlığına ne kadar değer verdiği sorusudur. Bölümlerden birinde Franklin Roosevelt’in 1930’larda suikasta uğradığını öğreniriz, Alman ve Japon saldırganlığına verilen kansız tepki de bu duruma bağlanabilir. Büyük ekonomik kriz sonrasında önde gelen liberal düşünce kuruluşlarının Hitler Almanyası veya Woodrow Wilson’ın savaş rejimi çizgisindeki totaliter hükümetleri geleceğin anahtarı olarak görmesi nedeniyle belki de ezici bir otoriter güce teslimiyet kaçınılmaz olabilir ve geniş bir ülkeyi denizaşırı olarak işgal etmenin tüm güçlüklerine rağmen Vichy Fransa’sını andıran hızlı bir teslimiyet yaşanabilirdi.

Daha I. Dünya Savaşı sırasında bile Almanlar savaşa Amerika’nın karışmasından kaygı duruyorlardı. Tarihçi John Mosier’ın ifadesiyle, “Bazı Almanlar savaş meydanında Amerikan ordusunun yaratacağı etkiye bıyık altından gülüyordu. Sonuçta 1917 yılında ordunun tümü ancak 150.000 kişiydi, Belçika’nın ordusu bile bundan daha büyüktü. Fakat Vahşi Batı’ya dair öyküler okuyarak büyüyen ve Amerikan İç Savaşını inceleyen Alman subaylarının (ki Alman kurmay subaylarının tümü incelemişti) dahil olduğu genç nesil için sıradan bir çiftlikteki silah sayısının, sıradan bir Alman piyade tümenine neredeyse eşit olduğu bir ülkeyle savaşma düşüncesi pek de güven verici değildi.”

Böylece Amerikan devi uyuyakaldı ve Direniş’in bütün çabasına rağmen uykusundan uyanmadı. Bu durumda bir başka güç soru da faşist bir hükümete karşı nasıl direniş gösterilebileceğidir. Direniş’in önceliği Nazilerin öldürülmesi ve filmlerin teslim edilmesi gibi tümüyle küçük çaplı hedefler gibi görünmektedir ve mevcut hükümeti devirmek için ellerinde somut bir güç yoktur, ki bu zaten izleyici için yutulması güç bir lokma olabilir.

maxresdefault (1)

Yüksek Şatodaki Adam’ın izleyiciyi inançlarını sorgulamaya yönlendirdiği açık. Öte yandan, dizinin tam olarak hangi inançlara karşı çıktığını anlamak daha güç. İlk bölümden itibaren yazarların Hannah Arendt hayranı olduğu anlaşılmaktadır. En acımasız Alman ve Japon yetkililerin dahi karakterlerinin geliştirilmesinde gösterdikleri itina kötülüğün ne kadar bayağı olduğunu mükemmel biçimde sergilemektedir. Hatta olay örgüsü izleyicileri dünyayı yeni bir savaşın ateşine atmak isteyenlere karşı Hitler’i bile destekleyecek konuma getirir.  Bu epey kafa karıştırıcı ve tuhaf bir durumdur.

Amerikan izleyicisinin Kızıl Şafak gibi filmlerden sonra oluşan beklentilerinin aksine Direniş, olay örgüsünün temel bir unsuru değil ve topyekun bir devrim de olası, hatta mümkün bir olay gibi görünmemektedir. Asıl olay örgüsü Direniş ile Mihver Devletler arasındaki mücadeleden değil, daha çok karakterlerin gerçeklik algısı arasındaki zıtlıktan kaynaklanmaktadır. Ama karakterlerin tümü derinliklidir, buna karşın aralarında en ilginç olanlar Mihver Devletlerin yüksek rütbeli görevlileri ve özellikle de Japon Ticaret Bakanı’dır. Bu karakterler başlangıçta tipik kötü adam rollerini doldurur görünse de zamanla gelişerek çok karmaşık kişilikler halini alırlar. Ticaret Bakanı temkinli ve öngörülebilir bir adam gibi görünse de, dizi ilerledikçe eylemlerinin kadim bir inanç ritüeline göre I Ching yoluyla ve temelde rastlantısal olarak belirlendiğini anlarız. Bu zıtlık karakterini tanımlayan birçok çelişkiden yalnızca biridir.

1280x720-Mkb

Yüksek Şatodaki Adam’daki tek gizemli karakter Ticaret bakanı değil. Yüksek Şatodaki Adam’ın kimliği de birinci sezon boyunca gizemini koruyor. Aslında onun kimliği olay örgüsünün kilit bir noktasını oluşturmakta. Farklı karakterler onun hakkında farklı fikirler dile getirir: Bazıları filmleri onun çektiğini söyler, bazıları ise ölü olduğunu iddia ederken Direniş üyeleri de filmleri ona teslim etmek için çabalar (bu da filmleri onun çektiği düşüncesine zıtlık oluşturmaktadır). İzleyici onun yalnızca kimliğini veya filmleri nasıl çektiğini değil, gerçekte var olup olmadığını da sorgular. (Aslında başlıktaki karakterin Hitler bile olduğu iddia edilebilir, sonuçta o da benzer bir konumda oturmaktadır ve filmleri toplamayı saplantı haline getirmiştir.) Bu da filmlerin “sahte” olup olmadığının sorgulanmasına yol açar. Bütün bu gizemli ayrıntılar aslında yalnızca olay örgüsünün unsurlarıdır ve bir araya toplandıklarında bile izleyiciye elle tutulur bir mesaj vermez. Dizinin sonunda izleyici Yüksek Şatodaki Adam’ın sorguladığı şeyin inançlar değil, inanç olgusunun kendisi olduğunu anlar.

Yüksek Şatodaki Adam’ın başarısının verdiği mesajın bütününden kaynaklandığı söylenebilir. Dizi son yıllarda izlenenlerin en başarılıları arasında yer alan görüntü yönetimi, atmosfer ve karakter gelişimi gibi birçok alanında değerlendirildiğinde güçlü bir performans ortaya koyuyor. Her iki yazar da bir konuda hemfikir: Yüksek Şatodaki Adam, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaşı kazanmasından beri dünyada gerçekleşen en iyi şey.

Hazırlayan: Gamze Özfırat

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Dünyaları ve Bugünün Metaverse’leri

Son yıllarda gündelik hayat ile bilimkurgu arasındaki mesafe epeyce azaldı. Özellikle bilişim teknolojilerinde son derece …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin