Star Trek: Discovery‘nin birinci sezon finali Şubat ayı başında yayımlandı ve daha önceki Star Trek serilerinde yaşanan şaşkınlık bu sefer de değişmedi. The Next Generation gösterime girdiğinde de oyuncu kadrosu ve yavaş anlatım tarzıyla pek beğenilmemiş, fakat ilerledikçe evrene yakışır bir seri olduğunu kanıtlamıştı. Aynı şekilde Deep Space Nine da ilk sezon bölümlerinde çekici bir hikaye bulmakta zorlanmış, ilerleyen süreçteyse sağlam bir yapım olduğunu göstermişti. Voyager ve Enterprise‘ta da bu geleneğin bozulmadığını söylemek mümkün.
Discovery’nin 16 bölümlük ilk sezonu, güzel taraflarının yanı sıra zayıf taraflarıyla da akılları karıştırdı. Bu yazıda dizinin ilk sezonunu mercek altına alacak ve artıları ile eksilerini masaya yatırmaya çalışacağız. Dolayısıyla yazının devamı yoğun şekilde spoiler içerecek.
Önceki Star Trek serilerinde karakterler yüzeysel olarak seyirciye tanıtılır, zaman içinde geçmişleri anlatılarak gerekli derinliğe kavuşturulurdu. Böylece biz izleyicilerin karakter bazlı bölümlerle ilgili tahmin yürütmesi bir hayli kolaylaşırdı. Karakterlerin herhangi bir kriz anında nasıl davranacağını ve ne tip kararlar alıp uygulayacağını az çok kestirebilirdik. Discovery’de bu işleyiş oldukça silik bir şekilde gerçekleşiyor. Öyle görünüyor ki, çoğu karakterin kişilik yapısını ve arka planını sonraki sezonlarda öğrenme şansı yakalayacağız. Tabii bu sadece bir temenni.
Discovery’nin bu yaklaşımı, yeni TV serilerinin formatına adapte olamayan eski hayranları epey rahatsız etti. Ama şunu da itiraf etmek lazım ki, tüm karakterler gelişime ve yeni olasılıklara açık. Ahlaki çelişkiler içinde olan Michael Burnham, dirayetli Saru, bilinç gelgitleri yaşayan Ash Tyler, endişeli Sylvia Tilly, küstah ama umutlu Paul Stamets, duygusal doktorumuz Hugh Culber, gizemli kaptanımız Gabriel Lorca ve tabii Philippa Georgiou‘nun birbirine zıt iki versiyonu… Hepsi serinin geleceği için umut vaat eden karakterler. Bilindiği gibi mürettebatın arka planda kalan karakterleri önceki serilerde daha hırslıydı, fakat bu seride de önceki düzeye ulaşma potansiyeli gösteriyorlar.
Star Trek, çağının siyasetini yansıtmak için her zaman büyük çaba sarf etti. Çoğunlukla gerçek dünyadaki sıcak meseleleri doğrudan yorumlayabilmek için bilimkurgunun avantajlarını kullanıyordu. Ancak yıllar boyunca Star Trek’te gördüğümüz tüm o çatışmalar, savaşlar, intikam ve şiddete rağmen, her zaman genel iyimserlik teması baskındı. Gene Roddenberry, küçük ihtilafların büyük ölçüde sona erdiği ve insanlığın daha geniş felsefi vizyona odaklandığı ütopik bir geleceği tasvir ediyordu. Bizi insan yapan neydi, paranın ve savaşların artık itici güç olmaktan çıktığı teknolojik bir gelecekte bizi neler bekliyordu? Esas olarak Yıldız Filosu, insanlığın iyi bir aynası ve ahlakın en yüksek seviyedeki temsiliydi. Mücadele ne kadar zor olursa olsun, sonunda öğreniyor ve büyüyorduk.
Bu iyimserlik ve kolektivizm ruhu, tüm Star Trek’in temel prensibidir. Dolayısıyla sinizm, hiçbir zaman Star Trek’te baskın bakış açısı haline gelmemiştir. Fakat Discovery, genellikle daha karanlık bir prensip üzerine kurulu. Dizide diplomasinin çoğunlukla başarısızlığa mahkum olduğuna ve savaşların kaçınılmazlığına tanıklık ediyoruz. Hal böyle olunca Discovery, önceki dizilere göre daha fazla şiddet ve savaş sunuyor. Bu da içsel bunalım yaşayan karakterlerin ortaya çıkmasına ve subayların kurallarla çelişen davranışlar sergilemesine sebebiyet veriyor. Sonradan anlıyoruz ki mürettebat ve dolayısıyla dizi, paralel evrenden gelen kötü bir karakter tarafından domine ediliyormuş. Diziye hakim bu karanlık atmosferi söz konusu durumla açıklayabilir miyiz? Belki… Ancak ikinci sezonla birlikte radikal bir dönüşüm göreceğimizi iddia etmek de pek olası değil. Tüm bunların ötesinde, Discovery’nin geçmiş serilere göre fütüristik olmaktan ziyade retro bir doku taşıdığı açık. Bu özelliği, dizinin evrenle olan uyuşmazlığını iyice artırıyor.
Enterprise dizisinin 2005’de yayımlanmasından sonra özel efekt teknolojisi çok gelişti. Belki yeni nesil dizide uzay gemisindeki iç mekan konseptinin daha dinamik olması sağlanabilirdi. Ayrıca geminin ve üniformaların tasarımı süreklilik açısından eski hayranları pek tatmin etmiş görünmüyor. Ancak uzay görüntüleri eski durgunluğundan kurtulmuş, daha canlı ve gerçekçi; artık eskisi gibi siyah kadifeye bağlanmış aynalardan ibaret değil. Gemiler adeta ışık ve enerji saçıyor ve büyük bir hıza ve güce sahip olduğunu izleyiciye hissettiriyor. Bunun yanı sıra CGI teknolojisi gemilerin daha hızlı ve akıcı bir şekilde uzay boşluğunda ilerlediği hissiyatını uyandırıyor. Discovery, görsellik açısından kesinlikle doyurucu, fakat eskisi kadar etkileşim içeren bir teknoloji resmedilmiyor. Tuşa basma ve motora müdahale etme sekansları eskiye nazaran daha az.
Zaten sürekliliği zedeleyen şeylerden biri de teknoloji. Fakat bu konuda bir güncelleme yaşanması kaçınılmazdı. 1966 yılında bilimkurgu sayılan şey insanların ekranlar aracılığıyla görüşebilmesiydi. Şimdilerde cebimizdeki cihazlarla bu işi yapabiliyoruz. Star Trek’in bu bilimkurgusal ruhunu koruyabilmesi için Discovery’ye bol bol hologram, uçan ekran, garip seyahat yöntemleri yedirilmiş. Ayrıca mürettebattan birine android izlenimi de verilmiş. Tüm bu yeni dizaynlar oldukça etkileyici ve Discovery’nin bilimkurgusallığını güçlendiriyor.
Discovery, yaklaşık bir saatlik bölümleriyle ortalamanın üzerinde bir seyir zevki vaat ediyor, fakat modern TV dizilerinde görmeye alıştığımız hikaye anlatımı Star Trek’e çok da yakın durmuyor. Deep Space Nine’nı bir kenara koyarsak, Star Trek her zaman bölüm bazlı uzun hikaye yöntemini kullanmıştır. Her bölümde değişik maceralara atılır, ama uzun vadede genel bir hikaye akışı izlerdik. Discovery’nin söz konusu geleneği bozmasından şikayet etmiyoruz ama, Star Trek çatısı altında bunu pek de başarılı bir şekilde kotarabildiğini de söyleyemiyoruz.
Savaş var, ışınlanma var, ihanet, uykudaki ajanlar, bölünmüş kişilikler, paralel evrenler, yeniden canlanan karakterler ve her bölümde yaşanan büyük sürprizler var… Bu senaryo oyunları, başarılı şekilde işlenmezse izleyenler için işkenceye dönüşme riskine sahip. En basitinden önceki dizilerde sezon finali olabilecek çaptaki gelişmeleri Discovery’nin neredeyse her bölümünde görüyoruz. Evet, konular doruğa ulaştırılıyor, ancak işler oraya gelene kadar pek çok şey de açıkta kalıyor. Senaryo o kadar hızlı ilerliyor ki, yaşanan önemli olayların drama vurgusunu hissedemiyoruz. Bu da eski Star Trek dizileri kadar keşif dozu yüksek olmayan Discovery’yi izlemesi yorucu ve banal bir yapıma dönüştürüyor.
Hazırlayan: Emre Karadeniz | Kaynak