“Neden burada olduğumuzu bilmiyoruz. Silo’yu kimin yaptığını bilmiyoruz. Silo’nun dışındaki her şey neden böyle, bilmiyoruz. Ne zaman güvenle dışarı çıkabileceğimizi bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, o günün bugün olmadığı.”
Tüm dünyanızın yer altına inşa edilmiş 144 katlı bir yapıdan ibaret olduğunu hayal edin. Silo adı verilen bu yapıdan dışarı çıkamıyorsunuz çünkü yeryüzü zehirli ve harap durumda. Dünyaya ne oldu, eskiden nasıl bir yerdi bilmiyorsunuz. Dışarıya dair bildiğiniz tek şey, en üst kattaki kafeteryanın dev ekranına yansıtılan canlı yayınla sınırlı. Zaten görüntüler de pek iç açıcı değil; zira ölümden ve yıkımdan fazlasını vadetmiyor. 10 bin kadar insana ev sahipliği yapan, bir nevi yaşamla ölüm arasındaki tek engel olan Silo’nun kökeni de muamma. Burayı kim, niçin ve nasıl inşa etti, bilen yok. Kısacası, nesillerdir kapana kısılmış, geçmişinden ve belleğinden koparılmış bir uygarlığın içine doğdunuz.
Ne yapardınız?
Tüm o yıkıma rağmen hayatta kalmayı başarmış az sayıda insandan biri olduğunuz için hâlinize şükredip yazgınıza boyun mu eğerdiniz, yoksa günden güne çürüyen bu katı ve baskıcı sistemi karşınıza alma pahasına gizemlerin üzerine gitmeyi mi yeğlerdiniz?
Foundation, Severance, For All Mankind gibi diziler sayesinde adından söz ettiren Apple TV+, yeni dizisi Silo ile bir kez daha dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Tıpkı Foundation gibi Silo da bir kitap uyarlaması. Her şey Amerikalı yazar Hugh Howey’nin 2011’de kaleme aldığı “Wool” adlı bir kısa öyküyle başladı. Öykünün post-apokaliptik ve distopik dünyası öylesine merak uyandırıcıydı ki, okurların ilgisini çekmesi ve ardından da kocaman bir seriye dönüşmesi uzun sürmedi. Tabii bu evrene ilgi duyan sadece okurlar değildi, film yapım şirketleri de potansiyeli görmüştü. Ve beklenildiği üzere 20th Century Fox, 2012 yılında hikâyenin film haklarını satın almayı başardı. Hatta projenin başına da Ridley Scott ve Steve Zaillian ikilisinin getirileceği açıklandı. Ancak 20th Century Fox’un Disney’e satılmasının ardından proje sırra kadem bastı.
Beyaz perde arenasında bunlar olup biterken, televizyon sektöründe de benzeri bir koşuşturmaca yaşanıyordu. 2018’de AMC, serinin TV haklarını satın aldığını ve senaryosunu da LaToya Morgan’ın yazacağını duyurdu. Ne var ki bir dizi gelişmeden ve uzunca süren bekleyişten sonra proje Apple TV+’ a taşındı. Projenin başındaki isim ise Falling Skies, Justified gibi dizilerden tanıdığımız Graham Yost’tu. Neyse ki bu sefer işler yolunda gitti ve çok geçmeden projenin ilerlediğine dair sevindirici gelişmeler yaşandı. Dizinin yönetmenlik koltuğuna Morten Tyldum, Adam Bernstein gibi isimlerin oturacağı, başrolünü ise Rebecca Ferguson’ın üstleneceği açıklandı. Dahası, ünlü aktör Tim Robbins’in de dizi kadrosuna katıldığına yönelik haberler beklentileri iyice arttırdı. Her şey yolunda gidiyordu ve Hugh Howey’nin satırlarından okuduğumuz o heyecan verici dünyayı sonunda kanlı canlı izleyebilecektik. Öyle de oldu. Bekleyiş, 5 Mayıs 2023’te peşi sıra yayımlanan iki bölümle sona erdi. 30 Haziran’da ilk sezon finalini yapan dizi, gelen yorumlara bakılırsa bekleyenlerini hayal kırıklığına uğratmamış gibi görünüyor.
Dizimiz, Silo’da düzeni sağlamakla görevli Şerif Holston Becker’in (David Oyelowo) hayat hikâyesini merkezine alarak açıyor perdesini. Holston, insanların güvenliği için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan, buna rağmen sistemdeki bazı tuhaflıkların da farkında olan açık fikirli bir kanun adamı. Ne var ki bilgi teknolojileri departmanında çalışan eşi Allison (Rashida Jones), Silo öncesi yasaklı nesnelere takıntılı George Wilkins (Ferdinand Kingsley) ile tanışınca ailenin hayatı da tümden değişiyor. Zira Allison, öğrendiği yeni bilgilerin ışığında gitgide sistemi sorgulamaya ve kendilerine anlatılan her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu düşünmeye başlıyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve işi Silo’dan çıkma isteğinde bulunmaya kadar götürüyor. Silo yasalarına göre bu tip bir talep yerine getirilmek zorunda.
Eşinin kaybını yaşayan Şerif Holston da zamanla benzer şüphelere düşüyor. Üstelik George Wilkins’in gizemli ölümüyle birlikte şüpheleri daha da artıyor. Tabii çok geçmeden de Silo’daki sistemin bekasından sorumlu Yargı’nın radarına giriyor. Özellikle Yargı’nın başındaki isim olan Bernard Holland’ın (Tim Robbins) keyfi ve kural tanımaz tutumu, Şerif’i radikal bir karar almaya itiyor. O da eşi gibi Silo’dan çıkma talebinde bulunuyor. Şeriflik görevinin ise George Wilkins’in ölümünü soruştururken tanışıp etkilendiği mühendis Juliette Nichols’a (Rebecca Ferguson) verilmesini vasiyet ediyor. Wilkins ile duygusal bir birliktelik de yaşamış olan Nichols başta görevi kabul etmiyor, ancak gerçekleri ortaya çıkarabilmenin cazibesine de karşı koyamıyor. Tahmin edileceği üzere, bayrağı Holston’dan devralan çiçeği burnunda Şerif Nichols’ın önünde uzanan yol çetin ve zorlu.
Silo, tahılların depolanıp saklandığı silindirik ambarlara verilen isim. Hikâyenin geçtiği gizemli yapımız Silo da benzer bir işleve sahip aslında: Yaşam tohumlarını, yani canlılığı saklamak. Ancak bir ambarda haddinden fazla tutulan tahıllar nasıl ki çürüyüp bozulacaksa, nesillerdir Silo’ya sıkışıp kalmış toplumun da aynı çürüme ve bozulmaya maruz kaldığı görülüyor. Bunu da geçmişte patlak vermiş isyanlardan, halkı cahil bırakma politikalarından, nüfus kontrolündeki uygulamalardan ve tarihle bağ kurulmasını engelleyen saçma yasaklardan anlıyoruz. Zaten anlatının merkezinde yıkım sonrası bir distopya var ve hikâye de buna uygun şekilde serpilip filizleniyor.
“Le Transperceneige” isimli çizgi romanın uyarlaması olan Snowpiercer (Kar Küreyici) filminde izlediğimiz vagon alegorisine dayalı sınıfsal hiyerarşi, burada da katlar aracılığıyla vücut buluyor. Öyle ki, Silo’nun altı ile üstü arasındaki toplumsal ayrışma kendini belli etmekte gecikmiyor. Öte yandan bu kapalı kutu toplumda ileri teknoloji de bulunmuyor. Her türlü uygarlık birikimi en temel düzeyde mevcut. Örneğin elektrik var, ama katlar arasında ulaşımı sağlayacak herhangi bir asansör yok. Dolayısıyla birbirinden uzak katlar arasında yolculuk etmek ciddi bir efor ve hazırlık gerektiriyor. Hatta yolculuk sırasında mola vermek isteyenler için çeşitli katlarda kurulmuş oteller bile mevcut.
Tabii Foundation’dan ağzı yanan çoğu kişi, Silo’ya da temkinli yaklaşmayı yeğledi. Neyse ki korkulan olmadı ve kitaptaki atmosferin büyük ölçüde korunduğunu görüp rahatladık. Yazar Hugh Howey’nin de dizinin yönetici yapımcıları arasında yer aldığı düşünürse bu çok da şaşırtıcı değil. Elbette söz konusu durum, dizinin kitap ile bire bir ilerlediği anlamına da gelmiyor. Mesela kitapların hemen başında açıklanan birçok şey, dizide bölümler boyunca merak unsuru olarak önümüze konuluyor. Zaten yapımın ilk sezondaki en büyük handikabı da akışkan bir tempo yakalayamaması. Giriş ve sonuç kısımlarındaki dinamizm, ne yazık ki gelişme kısmında yerini durgunluğa bırakıyor. Ancak sabırlı izleyiciler için sezon finalinin kesinlikle beklemeye değdiğini söyleyebiliriz.
Başroldeki oyuncuların performansları ise genel hatlarıyla başarılı. Kimi yan karakter oyunculukları sırıtsa da özellikle Rebecca Ferguson, Tim Robbins, David Oyelowo, Harriet Walter, Iain Glen gibi rüştünü kanıtlamış isimler rollerinin hakkını ziyadesiyle veriyor. Uzun lafın kısası, Silo son zamanların en iyi uyarlamalarından biri ve ilk sezon finalini de göz önüne alırsak önümüzdeki yıllarda da kendinden söz ettirecek gibi görünüyor.