Counterpart paralel evren temasıyla Fringe‘e, hikayenin Almanya’da geçmesiyle de Dark‘a benziyor. Dizinin artıları güçlü oyuncu kadrosu ve görüntü-sanat yönetmenliği. Son yılların yıldızı parlayan oyuncularından J.K. Simmons, iki karakteri başarıyla canlandırarak diziyi sırtlıyor. The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi) filminde Stephen Hawking’in arkadaşı Brian rolünde hatırlayacağınız Harry Lloyd, son dönemlerin efsane dizisi Game of Thrones’da Viserys Targaryen olarak kısa ömürlü ama akılda kalıcı bir karakter olmuştu. Nazanin Boniadi ve Olivia Williams yine bolca hayranı olan oyuncular.
Dizide lezbiyen kiralık katil Baldwin rolünde izlediğimiz Sara Serraiocco’ya özel dikkat çekmek lazım. Model kökenli güzel oyuncu, İtalya’da oynadığı filmlerle ses getirmiş. Kısa saçlı, erkeksi tavırlı Sara Serraiocco aksiyon ve bilimkurgu (özellikle cyberpunk) filmlerine yakışacak bir fiziğe sahip. Önümüzdeki yıllarda ismini çok daha sık duyabiliriz.
Dizinin konusunu özetlemek gerekirse… İkinci Dünya Savaşı sonlarında, belki de Nazilerin yaptığı bir deney sonucu aynı kökene ait iki paralel evren oluşmuştur. Ve bunlar arasında yer altındaki bir tünelden bağlantı vardır. Burada önemli olan ayrıntı, iki paralel dünyanın daha önce olmamasıdır. Bir noktada yol çatallanır ve o andan sonra iki dünya farklılaşmaya başlar ve bu giderek artar. İki dünyada da paralel evren gerçeği halktan saklanmakta ama gizli bir kurum vasıtasıyla diplomatik ve ticari ilişki sürmektedir. İki dünyada farklı buluşlar yapılmaktadır. Bu da çeşitli takaslarda kullanılır. Bu iletişimin olumsuz yönleri de vardır. Büyük olasılıkla bizim dünyamızın parmağı olan bir grip salgınında paralel dünyada nüfusun büyük kısmı ölmüştür. Bu açıdan Fringe ile bir benzerliği var. O dizide de Dr. Walter Bishop paralel dünyaya gidip, orada sağ olan (kendi dünyasında ölmüş) oğlunu kaçırırken, o tarafta olumsuz dengesizliklere neden olmuştu.
Başka ufak tefek farklar da var; mesela bizim dünyamızda akıllı cep telefonları var ama diğer tarafta yok. Dizi grip salgını nedeniyle bizim dünyamızı suçlayan diğer dünya kökenli bir plan ile başlıyor. Eğitimli katiller bu dünyadaki kopyalarını öldürüp yerlerine geçiyorlar. Amaç salgının intikamını almak. Bu planı engellemeye çalışanlar da var. Diğer dünyanın Howard Silk’i (J.K. Simmons) becerikli, kendine güvenen bir ajan. Bu dünyanın Howard Silk’i ise vasat, sinik bir memur. Yolları bu tehlikeli durum nedeniyle kesişiyor.
Ortada büyük bir komplo var. Sisler arasında kimin hangi sırları sakladığını, gerçek kişiliğini bilemiyoruz. Soğuk Savaş köstebek filmlerine benziyor bu açıdan. Ki bu Soğuk Savaş konusuna birazdan gireceğiz. Dizinin en önemli karakterlerinden kiralık katil Baldwin hikayeye diğer tarafın tetikçisi olarak başlıyor ama ondan kurtulmaya çalıştıklarında bağımsız bir duruma düşüyor. Bu arada Howard Silk’in iki tarafta da aile ilişkileri yan hikayemizi oluşturuyor. Hikaye senaryo yapısı gereği biraz yavaş ilerliyor ve bazı aksiyon sahneleri dışında durağan -bu yönden karakterlerin sürekli nefes almadan konuştuğu, espriler yaptığı Amerikan dizilerinden ayrılıyor- ama bunun da farklı bir lezzeti var.
70’lerin bilimkurgu dizisi UFO’da uzaylılar bir plan dahilinde dünyamıza gizlice gelip, insanları öldürüp yerine geçmeye çalışıyordu. Fringe’de de Dr. Walter Bishop’un felaketler yarattığı diğer taraftan gelen ajanlar, bizim tarafta insanların yerine geçiyordu. Counterpart’ta da benzer bir durum hikayenin ana eksenini oluşturuyor. Ama önemli bir fark var: Counterpart bir Soğuk Savaş dönemi alegorisi…
Counterpart’da geleceğe ait vizyonlar Fringe’deki gibi ileri teknoloji değil; bilim yok. Bilinçli bir tercih bu… Soğuk renkler, ketum insanlar, eski Avrupa mimarisi diziye ruhunu veriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ikiye ayrılmıştı; bir tarafta kapitalist (veya kendi isimlendirmeleriyle Özgür Dünya) Avrupa, ABD ortaklığındaki NATO bölgesi, diğer tarafta Demir Perde, Doğu Bloku denilen Sovyetlerin etkisindeki dünya. (Bir de Üçüncü Dünya denilen ülkeler vardı ama onlar çok önemli değildi.) Bu iki dünyanın kendine ait toplumsal, teknolojik, bilimsel, hatta tarihsel gerçekliği vardı. Mesela kullandığımız teknolojik aletleri icat eden bilim insanları iki tarafta farklı öğretiliyordu okullarda. Televizyonun bir batılı mucidi varsa, bir de Sovyet mucidi vardı.
Bu ayrım ne zaman başladı? Almanya ve Berlin Doğu ve Batı olarak ayrıldığında, ünlü duvar inşa edilmeden önce. Yani Counterpart’ta paralel dünyaların oluştuğu zaman. Dizide bizim dünyamız NATO bölgesini andırırken, diğer dünya Doğu Bloku’na, Doğu Almanya’ya benziyor. Counterpart’ta iki dünya arasında geçiş olan bir yeraltı tüneli var, Soğuk Savaş dönemi de Doğu ve Batı arasındaki sembolik kesişme noktası Berlin’deki bir köprüydü. Soğuk Savaş dönemi casusluk filmlerinde, iki tarafın ajan değiş tokuşu yaptıkları köprü olarak hatırlayabilirsiniz. James Bond filmleri değil ama John Le Carre’nin eserinden çekilen ve siyah beyaz dönemi TRT’de yayınlanan “Köstebek” dizisi o dönemin ruhunu tam olarak verir.
Bu yazıyı okuyanların çoğu Soğuk Savaş dönemini hatırlamaz. O zamanlar ya çocuktular ya doğmamışlardı. Ama yaşlı olanlar hatırlar. O döneme göre günümüz bir karikatür dünyasını andırıyor. Bu nedenle de İkinci orta çağ olarak adlandırılan bir ara dönemdeyiz. Nükleer savaş tehlikesi her an insanların aklındaydı, rekabet sertti, sanatın dorukta olduğu, insanların bu kadar cahil ve ruhsuz olmadığı bir zamandı. Hani kışın karda mayoyla gezen, buz gibi soğuk suya girip yüzen dinç adamlar vardır ya, işte Soğuk Savaş bir insan olsa ona benzerdi.
Counterpart’ı seyrederken o dönemin ruhunu anımsıyorsunuz. Soğuk Savaş dönemi yapısal olarak zaten paralel dünya gibiydi, bu açıdan böyle bir dizi için en gerçekçi altyapıyı sunuyor.
Hazırlayan: Orkun Uçar