Ascension: Gelecek Asla Gelmeyecek

SyFy’ın retro-fütüristik mini dizisi Ascension’da medeniyetin ilerleyişi farklılaşmıyor, hatta aynı da kalmıyor: Doğrudan yarıda kesiliyor. SyFy’ın popüler filmlerin spin-off dizilerini yapması veya izleyicilerine Sharknado gibi dadaist garabetlerle abone olmaktan başka seçenek bırakmaması herkesin malumu. Ne var ki 2014 tarihli dizisi Ascension şaşırtıcı bir şekilde oldukça sağlam bir önermeyle başlıyor: 50’li yıllarda yürütülen ve gezegenler arası uzay gemileri fırlatma amacı taşıyan Orion Projesi başarıya ulaşsaydı ne olurdu?

Ascension’ın geçtiği 1963’te, 350 kişi başka bir yıldız sistemine doğru yüz yıllık bir yolculuğa gönderilmiştir; programın yöneticileri ve bir avuç komplo teorisyeni hariç kimsenin varlıklarından dahi haberi yoktur. Yolculuğa başlamalarının üzerinden 50 yıl geçtikten sonra ilk jenerasyon ölmüştür. Onların çocukları ise kendilerini, içine doğmuş olmayı seçmedikleri ve asla da başarıya ulaşamayacak bir uzay programının istenmeyen bireyleri olarak bulurlar. “Eğer senle ben bu gemide doğmuş olmasaydık, müthiş şeyler başarabilirdik,” der geminin kaptanı. “Gemiyi kaldırmayı ve indirmeyi başaran kaptanlar önemlidir, tarih onları hatırlar. Ya ortadaki kişi? O kimin umurunda?”

Ascension, bilimkurgu idealizminin günümüzün karmaşası ve sinizmiyle kol kola yaşadığı Fallout evrenindeki sığınakların (Vault) bir zaman kapsülü biçimindeki halini hatırlatıyor. Yüzlerce insan nükleer patlamalarla olduğu kadar damıtılmış retro-fütürizmle de çalışan bir uzay gemisinde yaşamaya devam etmektedir. On yıllar boyunca tamamen yapay olarak oluşturulmuş bir ortamda yaşarlar, öte yandan kullandıkları televizyonlarda hâlâ vakum tüpler vardır, moda anlayışları ise Dünya’daki değişmelerden hiç etkilenmemiştir. Kadınlar gemide “hostes” olarak çalışırlar, yemekler ise otomatlar tarafından servis edilir. Yine de hâlâ sınıf çatışmaları vardır ve görece güvenilir ve bayındır olan üst güvertelerde bir kadının öldürülmesi, güverte sakinlerini daha altlarda yaşayan mavi yakalılarla karşı karşıya getirir. Güverteler arasında yükselmeyi başarabilen (dolayısıyla bir anlamda sınıf atlayan) Subay Aaron Gault, geminin sayısız romantizm, rekabet ve güç çekişmesi mücadelesiyle dolu 50 senelik geçmişindeki ilk cinayetin failini bulmakla görevlendirilir.

Ascension’ın geçmişten yaptığı gelecek öngörüleri oldukça büyüleyici, projenin tanıtımı da vintage temalı metro posterleri ve 60’lar tarzı “uzayda sahil partileri” üzerinden yapılmıştı. Dizi toplumun en basmakalıp biçimde baskılanmış, tecrit ve tutucu döneminde yetişmiş insanların, toplum tam da sivil haklar reformu ve cinsel devrimle tanışacağı sıralarda onlardan koparılıp (neredeyse) her türlü dış etkiden tecrit edilmiş bir ortamda yeni bir toplum oluşturacak olurlarsa ne olacağını irdeliyor. Ancak Ascension’ın buna bulduğu cevap şaşırtıcı olduğu kadar asap bozucu da: Bu yeni toplum neredeyse tıpatıp bizimki gibi görünürdü, yalnızca göze daha hoş gelen iç çamaşırlarına ve can sıkıcı bir bıkkınlığa boğulmuş haline benzerdi.

New York Times Ascension için “Mad Men devasa teneke bir kutuya konmuş da uzaya fırlatılmış gibi.” diyor. Ancak Mad Men, dönem giysileri ve antikalaştırılmış teknolojiden çok daha fazlasıydı. Geçmişi farklı zevkleri, varsayımları ve ahlâk anlayışıyla bir bütün olarak, neredeyse bize tamamen yabancı bir kültür gibi ele alıyordu. İlk sezonlarında iç mekanlarda sigara içilmesinden apaçık ırkçılığa, seksizmden egzotizme kadar birçok temayı içeriyordu. Öte yandan Ascension’ın gelecek-geçmişi, tam tersine, günümüzle birçok ortaklık barındırıyor. SyFy’ın yayımladığı çevrimiçi zaman akışı çizelgesine göre sosyal ve teknolojik ilerlemeler, doğum kontrolünden ırkçılık ve sivil haklar konusundaki gelişmelere, kompakt depolama aygıtlarına dek birçok şey Dünya’da ve gemide paralel ilerleme göstermiştir. Gault siyahidir örneğin, ancak ırklar arası çatışmalar yok denecek kadar azdır. Hostesler seksapellerinden gelen bir güce sahip olsa da, önemli bilimsel ve yönetimsel konumlarda görev alan kadınlar da vardır. Apaçık ortada olan sınıf ayrımı bile öldürülen kadının alt sınıflardan olan erkek arkadaşını kadının cenazesine katılmaktan alıkoyamaz.

Ascension’ın dünyasında medeniyet ve kültür farklılaşmış değil, yarıda kesilmiş gibi. Sinema, müzik, edebiyat alanındaki ilerleme 1963’te gemi fırlatıldığında aniden durmuş: Gault bir suçu nasıl çözeceğini Agatha Christie okuyarak ve Fritz Lang‘den ‘M’ izleyerek öğrenmeye çalışıyor. Karakterler askerî üniformalar veya 50’lerin kıyafetleri ve elbiselerinin o kadar yumuşatılmış hallerini giyiyorlar ki 21. yüzyıl New York’undaki bir kafede veya ofiste olsalar asla garip karşılanmazlar. Eski Dünya kültürüne dair bir şeyler göstermeye yönelik pek az çabadan biri de “kumsal”, boyanmış duvarlar, sahte bir ahşap iskele ve bir tutam yapay kumla çevrelenmiş küçük bir su birikintisi mizanseni. Üstelik bunlarla bile pek az karakter ilgileniyor, temel insan ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde neredeyse hiçbir etkileşimleri yok. Yalnızca bazen Dünya’da olsalar neler yapacaklarına dair hayaller kuruyorlar o kadar. Politik çekişmeler bile çiğ duruyor.

Ascension’da Battlestar Galactica etkisi de çok fazla ve bu yalnızca ikisinin de dev uzay gemilerinde geçen yüksek bütçeli SyFy mini dizisi olmasından ileri gelmiyor. BSG gibi Ascension da klostrofobik, ne bir ulaşım aracı ne de kalıcı bir ev var. Bir başka deyişle sıkışmış insanlarla dolu. Bilimkurgu köklerine oturmanın yanı sıra mistisizm esintileri de taşıyor: Genç bir kız gemide başka kimsenin göremediği gizemli bir varlığın olduğunu hissediyor. Ayrıca politik çekişmeler ve kişisel skandallar da aynı. Battlestar Galactica’da baştan çıkarıcı bir cylon ajanını canlandıran Tricia Helfer burada da Lady Macbeth’i andıran bir hırsa ve kör pragmatizme sahip baş hostes rolünde yer alıyor. Ne var ki Ascension, BSG’nin sunduğu o aciliyeti ve sosyal yapıyı, her an insanlığın tamamen yok olabileceği tehlikesini veren o diken üstünde olma hissini aktaramıyor. Bir geri sayım veya merkezî bir çatışma yok, özellikle de düzenli olarak Dünya’ya doğru geri çekilirken.

İlk gecenin sonundaki bir sürpriz geminin görevini ilgi çekici bir bağlama oturtuyor oturtmasına, ancak sonraki bölümler için de çıtayı düşürüyor. BSG’yi bu kadar unutulmaz yapan küçük dokunuşlardan da (köşeleri kesik kitaplar, monoteizmin yabancı ve iktidarı devirmeci yapısı vb. gibi) burada neredeyse hiç eser yok. Dizi bazı açılardan, dışarı sıkı sıkıya kapalı bir yüzyıl ortası zaman kapsülünde dahi sosyal ilerlemenin kaçınılmaz olduğunu öne sürmesi bakımından ilginç. Ancak belirli bir ilerlemenin olduğunu gösterebilmekten de uzak. Ascension’ın zaman çizelgesi sayesinde karakterlerin ne zaman doğduğunu veya çalışmaya başladığını görebiliyoruz, ancak bir yandan kültürün ilerlemesi neredeyse tamamen durmuşken bir yandan da bir toplumun, nasıl olup da sosyal gruplar ve insanlar arasındaki ilişkiler konusundaki fikirlerini böylesine temelden değiştirebildiğini ortaya koymaktan aciz kalıyor. Sahte bir kumsalda kimliği bilinmeyen bir kadını kimin öldürdüğünü bulmak çok daha önemli bir sorun elbette, değil mi?!

Kaynak

Yazar: Erkam Ali Dönmez

Oyun sever, oyun oynar, oyun çevirir, oyun yapar.

İlginizi Çekebilir

farscape rygel

Farscape’in Devrik Hükümdarı: XVI. Rygel

“Ben kimsenin kuklası değilim!” Rigel’ın gerçekten de bir kukla olduğu düşünülürse, bu protesto repliği oldukça …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin