Manga sanatçısı, yönetmen, senarist ve serbest dizayncı Leiji Matsumoto, Akira adıyla 25 Ocak 1938’de doğdu. Eşi Miyako Aki de kendisi gibi bir Manga sanatçısıdır ve Barbie’nin Japon karşılığı denebilecek Licca-chan‘ı yaratmıştır.
Leiji Matsumoto, tasarladığı şablonlar ve Uchuu Senkan Yamato ile Japon space opera türünü ortaya çıkarmış, sektörde yarattığı deprem etkisiyle de herkesin saygı duyduğu bir kreatör haline gelmiştir. Trajik geçmişi olan, çelişkiler yaşayan kahramanlar, kurtarmaya çalıştığı dünyalarla savaşta olan anti kahramanlar ve kırılgan görünen, ama yer yer tanrısal boyutta güçlü kadın tiplemeleri yaratmasıyla öne çıkar. Fanteziyi bilimkurguyla harmanlayan Matsumoto, aynı zamanda insanın evrende tek tür olmadığını göstererek olaylara evrensel bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. İçinde yetiştiği savaş süresince tanık olduğu çoğu şey eserlerine doğrudan ya da yüzeysel olarak yansımıştır. Bu nedenle politik açıdan sağ cenahta değerlendirilmektedir. Öte yandan yozlaşmış bir demokrasi tanımını da (Bkz Captain Harlock), militarizmi de (Bkz Uchuu Senkan Yamato) aynı ölçüde eleştirmektedir. Uchuu Senkan Yamato ve sonrasında kaçış edebiyatı yapmaktan hazzetmeyen bir kreatör olarak, eserlerinde ölüm ögesi ve bireysel / kitlesel trajediler kullanmaktan çekinmediği görülür. Serilerde dinsel ögeler ve dogmalar kullanmamaya çalışmaktadır. Sırf bu sebeple Captain Harlock‘un Endless Oddyssey OVA’sını, bir bölümde kendisinden habersiz konan Süleyman Yıldızı imajı yüzünden feshetmiştir.
Kendisine çalışmaları nedeniyle Japon imparatoru tarafından onur nişanı verilmiş, Fransız hükümeti tarafındansa şövalyelik nişanıyla onurlandırılmıştır. Aynı zamanda Daft Punk müzik grubunun Interstella 5555 projesindeki segment kliplerin yönetmenliğini yapmış, Tokyo kıyısı boyunca turlayan sualtı seyir vapuru Himiko‘nun tasarımını üstlenmiştir.
Leiji Matsumoto ilk çalışmasıyla sektöre 1953’de girdi. İlk serial eseri 1971’da basılan ve üniversite sınavına hazırlanan bir ikmal öğrencisini anlatan Otoko Oidon‘du. Sonrasında II. Dünya Savaşı’na dair kısa öyküler barındıran Senjo‘ya başladı. Bu antolojideki hikayelerden üçü daha sonra 1993’de The Cockpit adıyla Anime’ye uyarlandı.
1970’lerin başında Uchuu Senkan Yamato’nun ekibine katıldı ve bir süre sonra anlık ekleme çıkartmalarla oldukça değişen bu projeyi çekip çeviren kişi haline geldi. Yamato‘nun yarattığı deprem etkisi iki devam sezonu, yarım düzine Anime film, sayısız yan öykü içeren OVA’lara, bir live action film ve bir remake sezona uyarlandı. Serinin yakaladığı bu ilgi aynı zamanda ödül sahibi olacak üç ayrı seriye ilham kaynağı oldu: Galaxy Express 999, Galaxy Railways ve Space Pirate Captain Harlock. Benzer şekilde Cosmo Warrior Zero, Queen Emeraldas, Queen Millennia gibi eserleri farklı odak karakterlerinden yola çıksa da Leijiverse de denecek olan hikaye örgüsüne çeşitli noktalardan teğet geçerek onları devamlılık olarak destekliyordu.
Film serisine yapımcı olan Yoshinobu Nishizaji, seride hak sahibi olduğunu iddia edip yeni karakterlerden Yamato’nun dizaynına dek birçok müdahalede bulunması sonucu aradaki ipler koptu ve Nishizaki’nin 2010 yılındaki ölümüne dek telif hakları ile ilgili bir dava süreci sürdü. Her iki taraf da 1983’de Yamato efsanesinin finali olan Kanketsu-hen sonrasında uzak gelecekte geçen Yamato sequel’leri tasarladılarsa da bunlar büyük ticari başarısızlıklar olarak sonuçlandı ve 2010’a dek gerçek anlamda bir canon devamı yapılamadı.
Matsumoto, Leijiverse olarak tanımlanan seriler haricinde 1970’lerin Mecha trendlerine cevap olarak Danguard Ace ve Starzinger‘i de yaratmıştı. Ayrıca geçen dönemde, 70’lerde kaleme alınan fakat uyarlaması yeni hazırlanan Ozuma ile karşımıza çıktı. Ayrıca en son Uchuu Senkan Yamato 2199 adlı remake’in Ark of Stars adlı, Nebula ödüllerinin Japonya’daki karşılığı denebilecek Seiun ödüllerinin görsel kategorideki kazananı olan ödüllü bir filminin yanı sıra halihazırda Hollywood’da casting’i süren dev bütçeli bir Yamato (a.k.a. Star Blazers) filmi ile kendini hatırlatmayı sürdürecek.
Askeri otaku’lara yönelik çıkartılan, öte yandan tarihi dökümanlar da içeren ve geçmişi 40 küsür yıl öncesine giden Maru adlı bir dergide Matsumoto’nun çocukluk yıllarında nasıl bir ülkede büyüdüğüne ve böyle bir ortamda efsanenin ilk kıvılcımlarının nasıl doğduğuna dair bilgiler yer alıyor.
“Kendimi bildim bileli bir havacılık tutkunuydum. Hatırlayabildiğim kadarıyla çocukken daima gemilere saldırıp onları batıran uçaklar çizerdim. Hatta çizdiğim tek bir resimde bile bir geminin bir uçağı düşürdüğünü çizmediğimi söylersem daha açıklayıcı olabilir. Ben çocukken havada gördüğüm uçakların çoğu, yıldız amblemli Amerikan uçaklarıydı. Bunları gördüğümde direkt neler olduklarını ezbere sayabilirdim. Çoğu zaman B-29, F6F, P38 ve Corsair‘ler olurdu bunlar. İronik bir şekilde, semalarda Japon uçakları da uçmasına karşın bunları hiçbir zaman model numarasına dek anımsamazdım. Onlar benim için çoğu zaman aklımdan şöyle geçiyordu: “Zero-gibi-olan”, “Hayabusa-gibi-olan” ya da “Chuuko-gibi-olan” , elbette o sıralar tıpkı benim gibi, bir pilotun oğlu bile olsanız böyle düşünmenizi yadırgamazdınız çünkü Japonya bariz şekilde savaşı kaybeden taraftı. Savaş pilotu olan babam 1944’de eve geldiğinde yüzünden acı bir gülümseme ile “yenilmemizin sebebinin orada olmayışımız” olduğunu söyledi. Bunu derken, babam onun yokluğunda zihnimin tıpkı ülkemiz gibi Amerikan uçaklarının istilasına uğradığını, çizdiğim gemilerde bile savaş gemilerini uçaklara mağlup etmemi kastediyordu. Bu, hava saldırıları başlamadan önce bizim Shikoku dağlarına taşınmak zorunda kalışımızdan hemen öncesiydi.
Çocukluğum boyunca denizi pek gördüğümü anımsamıyorum. Hava alanları, uçaklar, babamın sepetli motosikleti, bir de uçakların yıldızlı amblemleri vardı zihnimde. Üstelik öyle ki deniz görmediğimden okyanusun nasıl birşey olduğunu da tahayyül edemiyordum. Savaştan sonra bu kez işgal başladığında Kuzey Kyushu’ya taşınmamıza dek denizi görmüş değildim.
Yenilgiden sonra ilk duyduğum şey donanmamızın yetersizliği yüzünden kaybettiğimizdi, öyle ki sırf bu yüzden o devasa savaş gemilerimizin neye benzediğine merak edip bakmış bile değildim. Daha sonra gördüğüm tek imparatorluk donanmasına ait gemi Ogura limanında vurulup yan yatmış halde kaptan köşküyle yukarıda kalmış beyaz – mavi çizgili bir gemiydi. Gerçekten savaş uçakları ve gemileri için utanç verici bir dönemdi. Ne zaman onlar hakkında bir şeyler duymak istesem bana tüm anlatılanlar onlarla ilgili utançla hızlıca geçiştirilen eski hikayelerden fazlası değildi.
Savaş uçakları ve gemileri tarih sahnesinden sonsuza dek silinirken tam aksine benim içimde giderek onlara dair artan özlem ve coşku doğuyordu, bunu hissedebiliyordum. Görünüşe göre de yalnız değildim: Bir arkadaşım sadece uçaklardan bahseder dururdu, bir başkası savaş gemilerinden, bir başkası tanklardan. Öte yandan ben o sıralarda sadece çizgiromanlar hakkında başkalarıyla konuşmak isteyebiliyordum. İşgal güçlerinin devriye gezdiğini görürken bile bizim küçük beyinlerimizde Zero‘lar semaları dolduruyor, Yamato tam yol ileri yol alıyordu.
Bir gün Amerikan askerleri, kendilerine hakaret eden bir kadını okul penceresinden gördüklerini iddia ederek okulumuzu bastılar. Kadın öğretmenimiz dişini sıkıp, bir yandan da ağlamaklı gözlerle bize utançla bakakaldı. Biz ise şaşkın bir şekilde ve hissizleşmiş ellerle Amerikan postallarının geriye bıraktıkları çamurları elimizdeki bezlerle siliyorduk: Böyle bir anda Zero’lar ya da Yamato hiçbir anlam ifade etmiyordu. Öte yandan yine de, büyüdükçe Japon savaş uçaklarına ve gemilerine merakım arttı, yine de bunu bir hayranın ilgi alanlarına duyduğu ilgi olarak görüyordum. Tümden bir sevgi değildi, arada sevmediklerim de vardı, bunu tanımyabilmem biraz zor. Örneğin F6F‘yi o zamanlar hiç sevmezdim. Ama şimdi bana güzel bir uçak gibi geliyor. Yine de bu tür şeyler üzerinde düşünürken büyümenin neden önemli olduğunu anlamaya başlıyordum aslında.
Savaştan sonra patlak veren çizgiroman akımının tutkunlarından birisiydim. Eğer Japonya savaşı kaybetmeseydi, büyük ihtimalle böyle düşünmeyecek, haliyle bir Mangaka da olmayacaktım. Eğer mürettebatına katılacağım Yamato gemisi San Fransisco limanına yanaşmasaydı çizgiromanların dünyasını görmeyebilir, onları hayal bile edemeyebilirdim. Rasyonel davranmam gerekirse savaş sonrası o kargaşa döneminde büyürken gerçek dünyanın kalbimde nerede yer aldığını şu an bile adlandıramıyorum.
Savaş sonrası patlak veren çizgiroman akımıyla birlikte Walt Disney ve Max Fleischer‘in işleri ruhumdaki açlığı beslediler ve olmam gereken yere doğru bana rehberlik ettiler. Bu yüzden ta çocukluğumdan beri animasyon yapmak ve onların işlerini aşmak istedim. Dürüst konuşmam gerekirse o dönem kafamda Uchuu Senkan Yamato türü bir şey yoktu. Elbette bilimkurguyu seviyordum ama o sıralar hayallerimi süsleyen şey kalpleri ısıtacak türden modern peri masallarıydı.
Kendimi eğlendirmek için girdiğim bir çaba sonucu ortaya çıkan Yamato, zamanla hayatımı renklendiren bir uğraşı halini aldı. Şimdi Yamato’yu yeniden izlediğimde ister istemez soğuk terler döktüğümü hissediyorum. Her ne kadar son halini verene dek geçen zamanda seçici davranacak zamanım olmasa da, neticede bunun bir parçası olmaktan daima gurur duydum. Ya Yamato’yla ya da bir başkasıyla bir animasyon yaratmak için yanıp tutuşuyordum. Bir Japon sözü ‘eğer bir taşıta ihtiyacım varsa, bu bir gemi olmalı’ der. İtiraf etmem gerekirse benim de kendimi güvertesine attığım gemi Yamato’dan başkası değildi.
Öte yandan çizdiğim Yamato hikayesinin bildiğim türden Yamato olmadığını fark ettiğimde kalbimin derinliklerinde adını koyamadığım bir şey hissettim. Benim için Yamato 300 küsür mürettebatıyla okyanusun derinliklerinde gömülüydü. Duygularımıza yenilmemeye çabalayarak bunun üstesinden gelmeye çalışsak, bunu bir bilimkurgu hikayesi olarak düşünsek dahi, zihnimin gerisinde çoğu pişmanlık var olmayı sürdürdü. Gerçek Yamato’nun bende yarattığı anlam karşısında kurgusal Yamato, o ilk dönem çok az şey ifade edebiliyordu bana. Şu an ise hem Yamato hem Uchuu Senkan Yamato farklı nedenlerle kalbimde hassas yere sahipler. Tıpkı Zero ya da Hayate tipi avcı uçaklarının bendeki farklı yeri olması gibi. Onları hobimin bir parçası olarak düşünürsem onları hafife alıp onlarla arama mesafe koyabiliyorum. Ama iş animasyon sürecine geldiğinde, ister istemez neden bunun orijinal Yamato’nun hikayesinden uzak bir iş olduğunu ve neden böyle olması gerektiğini kendime sormadan edemiyorum. O dönem keşke elimde imkan olsaydı da, Uchuu Senkan Yamato’yu yapmadan önce gerçek Yamato’nun hikayesi bir drama olarak yansıtabilseydim. Bir anime değil; gerçek oyuncuların olduğu, realistik bir film olarak.
Eğer bir savaş gemisi paramparça edilirse tıpkı bir insan gibi kan kaybeder, tıpkı bir insan gibi uzuvlarını kaybederek ölür. Eğer batarsa tıpkı bir insan gibi boğularak ölür. Geminin içindeki mürettebat o geminin eti, kemikleri ve kanıdır. En başından beri buna inandım ve en başından beri bunu unutmamaya çalışıyorum.”
Hazırlayan: Hamit Gökalp