2001

Yönetmenlik Sanatı

Aguste ve Louis Lumiere kardeşler 22 Mart 1895 tarihinde, Paris’te halka olan açık ilk sinema gösterimini gerçekleştirdiklerinde 7. sanatın da doğmasına neden olmuşlardı. Bu ilk gösterim vesilesi ile sinema, hemen bir sanat olarak kabul görmemişti. Yalnızca kitleleri eğlendirme amacı ile ortaya çıkan bir gösteri olarak değerlendirilmişti. Lumiere Kardeşler’in ilk gösterimde sundukları Sortie des Usines Lumiere a Lyon (Lumiere Fabrikasından Çıkan İşçiler) filminde, gerçek hayattan kesitler sunuluyordu. Herhangi bir hikaye ve kurgu söz konusu değildi; fakat 7. sanatın günümüzde bu noktaya gelmesi Lumiere Kardeşler sayesinde olmuştur. Fransız kardeşler, Edison’un icat ettiği kinetoskopu daha da geliştirip ortaya sinematografı çıkardılar. Sinematograf, çekilmiş olan görüntüyü büyük perdeye yansıtabilen bir aygıttır ve ilk sinema gösterimi bu aygıt sayesinde gerçekleştirilmişti.

Sinemanın 7. sanat olarak kabul görmesi sanatsal işlerin ortaya çıkmasıyla gerçekleşecekti. Sanatsal değeri ortaya çıkaracak olan, doğal olarak eserin yönetmeni olacaktı. Georges Melies (A Trip to the Moon / 1902), Charlie Chaplin (The Kid / 1921), Sergei Eizenshtein (Battleship Potemkin / 1925), Fritaz Lang (Metropolis / 1927), Dziga Vertov (The Man With The Movie Camera / 1929) ve Orson Welles (Citizen Kane / 1941) gibi büyük yönetmenler sinemayı sanatını güçlü bir konuma getirip, bu sanatın kural ve standartlarını belirlemişlerdir. Bu büyük isimler, sinema okullarında eserleri ile genç yönetmen adaylarına ders konusu olmaya halen devam etmektedir.

Lumiere Brotehrs

Ülkemiz sinemasının gelişimi ve yönetmenlik sanatından bahsedersek, bu konuda Muhsin Ertuğrul öne çıkan en büyük isimdir. Tiyatro ve sinemamızın bu günlere gelmesinde Muhsin Ertuğrul’un tek başına sorumlu olduğunu söylemekte hiçbir sakınca yoktur. Türk sinemasını gerçek anlamda beyaz perdeye taşıyan Ertuğrul, ilk film yönetmenliğini Almanya’da Samson (1919) yapımıyla gerçekleştirdi. 20’ler de dünya sinemasına yön veren ve Sergey Eisenstein gibi bir ismin olduğu bir dönemde, Rusya’da da 3 film çekme başarısını göstermiştir. Türk sinema tarihinde yurt dışında birkaç ülkede yönetmenlik yapmış yegâne isimdir. Sanatsal temeli tiyatroya dayanan Ertuğrul’un, sinema filmlerinin de teatral bir havaya sahip olması doğaldır. Birçok önemli sinema filmi gerçekleştirmiş olsa da önceliği hep tiyatroydu. Filmlerini de genellikle tiyatro açısından hareketliliğin düşük olduğu yaz dönemlerinde gerçekleştiriyordu. Türk sinemasının ikinci yapım şirketlerinden biri olan İpek Filmi 1928’de kurdu. Senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı filmlerde İstanbul’da Bir Facia-i Aşk (1922), Ateşten Gömlek (1923) ve Bir Millet Uyanıyor (1932) öne çıkıyor.

İstanbul’da Bir Facia-i Aşk’ın en önemli özelliği, Türk sinemasında senaryoya dayalı ilk film olmasıdır. Konusu gerçek bir olaya dayanan filmde; hayat kadınlığı yapan Mediha Hanım ile dostu Hamdi Bey’in trajik hikâyesi anlatılır. Yapımın aynı zamanda Kemal ve Şakir Seden tarafından 1922’de kurulan özel film şirketinin ilk filmidir. Sanatçı, ticari anlamda başarılı olamayan fakat Türk sinemasının ilk renkli filmi olan Halıcı Kız’ı (1953) gerçekleştirdi. Aynı zamanda yönetmenliğini yaptığı bu son filmden sonra tiyatroya daha fazlı ağırlık verecekti. Ertuğrul’un sinemasının biçimsel anlamda teatral olması sürekli eleştiri konusuydu. Usta isim, filmlerinde tiyatroda birlikte çalıştığı oyuncularla çalışmayı tercih ediyordu ve sahne kurgusu anlayışını beyazperdeye de yansıtıyordu. O dönemlerde birden çok kamerayla çalışma imkânı olmadığından ve teknik birtakım kısıtlamalardan dolayı özellikle 20’ler dünya sinemasında da aynı anlayış hâkimdi. Ertuğrul, yönetmenliğini yaptığı son filme kadar Türk sinemasında tartışmasız söz sahibi olan tek isimdi.

Christopher Nolan

Sinema yönetmenliği, en zor mesleklerden birisidir. Yorucu ve uzun senaryo yazım sürecinden sonra, oyuncuları, mekanları, ekipmanları ve en önemlisi doğru bütçe belirlemek ciddi bir iş. Evet, yapımcı şirketler bunları tek başlarına belirleyip, seçtikleri yönetmene bunlarla uğraşmamasını sağlayabiliyorlar; ama stüdyo baskısı altında işini yapmaya çalışan yönetmenin esere ne kadar kendi imzasını atabileceği de ayrı bir soru işaretidir. Günümüz piyasasında, belli bir güce ve eserlerinde tam hakimiyete sahip yönetmenler istedikleri işi ortaya koyabiliyorlar. Christopher Nolan, yaratıcılığı ve yönetmenlik becerisiyle kısa zamanda sektörde gücü ele almış bir isim. Senaryosunu da imza atmış olduğu bağımsız yapımları, Following (Takip / 1998) ve Memento (Akıl Defteri /2000) ile uluslararası birçok festivalde başarı gösteren yönetmen, stüdyoların da hemen ilgisini çekmişti.

Nolan’a, 2002 yılında Alcon Entertainment çatısı altında, bir yeniden çevrim olan Insomnia (Uykusuz) emanet edilmişti. Al Pacino ve Robin Williams’ın oyunculukları ile öne çıkan yapım, Nolan için bir geçiş filmiydi. Nolan sinemasının karakteristik özelliklerini en az yansıtan yapım olmasına rağmen, gene de başarılı bir iş ortaya koyulmuştu. Eser, aynı zamanda Nolan’ın senaryosunu yazmadığı şimdilik tek filmdir. Eserlerinin senaryosunu kardeşi Jonathan Nolan ile ortak yazmaktadır. Worner Bros’un büyük bir bütçe ile emanet ettiği Batman Begins’in (Batman Başlıyor / 2005) uluslararası arenada gişe anlamında büyük başarı getirmesi ile Nolan, artık sektörde “A” kalite yönetmenlerden biri olmuştu. Senaryo ve yönetmenlik anlamındaki üstün yeteneği, sonraki yapımlarının yaratım sürecinde kendisine sınırsız bir  özgürlük imkanı sağladı.

Blade Runner’da simgesel bir plan.

Sinema yönetmenliği belli kurallara ve matematiğe bağlı bir sanattır. Yönetmenlik, belli bir teknik eğitim ve entelektüel bir birikim gerektirir. Çekim aşaması oldukça teknik bir süreçtir.180 derece kuralı, çekim tekniğinin almazsa olmazlarındandır. Bu kural, karşılıklı oynayan oyuncuların bulunduğu her sahnede mekansal devamlılığı korumak için önemlidir. Blade Runner’ın başlangıç ve kilit anlarından biri olan, Tyrell şirket görevlisinin taklit (Replicant) insan Leon Kowalski (Brion James) ile olan sorgu sahnesi, 180 derece kuralına güzel bir örnektir. Usta yönetmen Ridley Scott, sorgu sahnesinde odak noktasını belirleyip, sanki ortadan bir çizgi çizilmişçesine, kamerasını Kowalski’nin sağ omuzundan ve şirket görevlisinin sol omuzundan öteye kaydırmaz. Eğer karşılıklı olan planlarda aynı omuz hizası kullanılırsa, kişilerin karşılıklı değilde aynı yöne bakıyor algısı yaratılmış olur. Bu en temel çekim tekniğini ele alırsak, çekim aşamasında kamerayı istediğimiz her yöne koyma gibi bir lüksümüz yoktur. Yanlış kurgulanmış bir sahne ve plan sekans, izleyicinin sahneyi mekansal ve algısal olarak farklı değerlendirmesine neden olacaktır.

Film çekim ve kurgu tekniği akademik bir eğitimle öğrenilebilir. Sinema okulundan yeni mezun olmuş olmuş bir kişi, işin matematiğine uygun, zanaatkar bir eser ortaya koyabilir; fakat ilgili sanat dalına kişisel bakış açısını ortaya koyabilen ve hatta sinemanın belirlenmiş katı kurallarına daha farklı bir bakış açısından yaklaşabilen kişi en büyük “sanatçı” adayıdır. Gene Blade Runner örneğine geri dönersek, açılışı sahnesinde kişinin gözüne yapılmış yakın bir planla imgesel bir bakış açısına ve ardından fütüristik şehrin piramit benzeri binalarına karşı olan yakın çekimlerinde simgesel bir bakış açısı ile karşılaşırız. Blade Runner, film çekim tekniğinin kitabına en uygun yapımlarından biridir. Ridley Scott, Philip K. Dick’in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler Mi? romanına hayli kişisel bir bakış açısı getirerek, yapımı bilimkurgu türünün klasikleri arasına sokmayı başarmıştır.

Terminator 2
Terminator 2’de mavi ton kullanımı hakimdir.

İşin kuramsal ve matematiksel yönünü bir yana bırakırsak, yönetmenlik sanatı hayli kişisel bir iştir. Örnek olarak James Cameron (The Terminator, Avatar), her yeni yapımında teknik olarak yeni bir teknoloji ve çekim tekniğinin peşinde olan bir isim. Jmaes Cameron, eserlerinde renk paleti olarak mavi tonları seven bir yönetmen. En popüler yapımları olan Aliens (1986) ve Terminator 2 (1991) yapımlarında, mavi tonların sahnelerin tamamına hakim olduğunu görmekteyiz. Mavi ton, bilimkurgu filmlerine yakışan doğru bir tercihtir. Cameron, bu renk tercihini bilimkurgu sinemasında en iyi kullanan isimlerden birisidir. Fakat mavi ton haricinde kahverengi renk paleti de bilimkurgu sinemasında yoğun olarak kullanılmaktadır. Sorunlu bir prodüksiyon aşamasına sahip olan, gişede yüzleri güldürmemiş David Fincher yönetimindeki Alien 3’te, kahverengi tonların oldukça başarılı bir biçimde kullanıldığını görürüz. Renk seçimi ve kullanım biçimi, yapımın hikayesine hizmet eder bir biçimdedir. Fincher sinemasının geneline baktığımızda, çoğunlukla eserlerinde kahverengi renk kullanımı ağırlıktadır.

2001: A Space Odyssey (1968) ile sinemaya unutulmaz bir başyapıt kazandırmış olan ölümsüz yönetmen Stanley Kubrick, eserlerinde resim ve fotoğraf sanatının da temellerinden olan “tek noktalı perspektif” tekniğini yoğun bir biçimde kullanır. Bu tarz bir yönetimde, biçimsel anlamda güçlü komposizyonlar ortaya konulmaktadır. Kubrick, planlarında kamerasını çok fazla hareket ettirmeyerek, her bir sahnesi ustaca çekilmiş bir fotoğraf çerçevesini andıran görüntüler yakalar. Kubrick’in tek noktalı perspektif tekniğini kullanması, onun fotoğrafçılık geçmişinden gelmektedir. Wachowski kardeşlerin The Matrix serilerinde de bu perspektif biçimini, boy planı ile destekleyerek sıkça kullandıklarını görüyoruz. Ajan Smith (Hugo Weaving) ve Neo’nun (Keanu Reeves) karşılıklı yer aldıkları sahnelerde bu perspektif tekniği yer almaktadır.

Yönetmenlik sanatında önemli olan, doğru çerçeveyi bularak hangi teknikle olursa olsun hikayeyi perdeye doğru yansıtabilmektir. Sinemaya ölümsüz eserler bırakmış büyük yönetmenlerin her biri aynı zamanda iyi birer hikaye anlatıcısıdır. Ülkemizde halen güçlü bir sinema endüstrisi olmaması; eğlence sektörünün 90 dakikayı aşan ve sanatsal düzeyleri aşağılarda olan TV dizilerine kayması en çok genç sinema heveslilerin önünü kesmektedir. Bu yüzden sinema okullarından yeni mezun olmuş birçok genç, iş anlamında farklı sektörlere yönelmekte ya da yurt dışına gitmektedir. Sinema sanatı, kuşkusuz sonraki yüzyıllarda da varlığını sürdürecektir. Değişen yalnızca teknolojik imkanlar olacak, ama hikaye anlatıcılığının temelleri aynı kalacaktır.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

film serileri

Gittikçe Kötüleşen Bilimkurgu Film Serileri

Pek çok başarılı bilimkurgu filmi, sonrasında çekilen devam yapımlarıyla aynı ilgiyi ve gişe hasılatını yakalamayı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin