Türk sinemasının geçmişteki ve günümüzdeki örneklerine baktığımızda, sinemamızda dram ve melodram türünün -bir dönem- komediden daha ağırlıkta olduğunu görmekteyiz. Yeşilçam sinemasında 50’lerden 90’lı yıllara kadar, ağırlıklı olarak zengin kız fakir oğlan, birleşemeyen aşklar, trajik yaşamlar, kan davaları gibi konuları ele alan sayısız filmler çekildi. Tüm bunlar sonucunda Yeşilçam, kendi kalıplaşmış klişelerini yarattı; ilerleyen dönemlerde yapılan benzer tarzdaki yapımlar, söz konusu klişeleri takip etti. Elbette; Selvi Boylum Al Yazmalım (1978), Anayurt Oteli (1986), Muhsin Bey (1987) başta olmak üzere daha birçok başarılı, özgün ve Türk sinemasına yön vermiş filmlerimiz vardır. 70’li ve 80’li yıllarda bir furya halini alan “şarkıcı” filmlerini de unutmamalıyız. Bollywood‘dan esinlenmiş gibi duran bu furyaya dâhil olan filmler, genelde kadrosunda “arabesk” şarkıcılarının ağırlıkta olduğu melodram filmleriydi. 90’lar sonrası Türk sinemasına bakıldığında olumlu anlamda değişimler gözükmekte. Mustafa Altıoklar ve Yavuz Turgul gibi yönetmenlerin vermiş olduğu Ağır Roman (1996) ve Eşkiya (1996) gibi örnekler, 90’lar sonrası sinemamızda biçim ve anlatım yönünde yaşanan olumlu değişimlere birer işarettiler.
Bir de Bilimkurgu ve Fantastik Türk Sineması geçmişimiz var tabii. 50’li ve 80’li yılların sonlarına doğru sayısız fantastik ve bilimkurgu soslu film çekildi: Uçandan Daireler İstanbul’da (1955), Drakula İstanbul’da (1953), Klink İstanbul’da (1967), Yarasa Adam: Bedmen (1973), Süpermen Dönüyor (1979) ve artık uluslararası bir kült olarak kabul edilen Dünyayı Kurtaran Adam (1982). İflah olmaz bir sinefil ve Atılgan Kitabevi’nin sahibi merhum Metin Demirhan, sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo ile birlikte 1999’da Fantastik Türk Sineması kitabını çıkarmışlardı. Bu kitapta, yerli sinemada üretilmiş bilimkurgu ve fantastik eserlerin derinlemesine incelemelerine yer vermişlerdi; her sinemaseverin kütüphanesinde olması gereken bir kitap.
2000’ler sonrası Türk sinemasında karşımıza çıkan Duvara Karşı (2004), Köprüdekiler (2009) ve Çoğunluk (2010) gibi başarılı yapımlar, sinemamızdaki yeni bir akımın habercisi gibiydiler; Fransız Yeni Dalgası ve Dogma Akımı gibi sinemada gerçekçiliğin peşinde olan yapımlardı. Fakat bilimkurgu ve hatta fantastik sinema adına sinemamız halen büyük bir açlık çekiyor. Yusuf üçlemesiyle uluslararası arenada dikkatleri üzerine çeken Semih Kaplanoğlu, Buğday (Grain /2017) ile post-apokaliptik bir Dünya manzarası sunmuştu. Özenli yönetimi ve dikkat çekici görselliğiyle Türk bilimkurgu sineması adına önemli bir gelişmeydi. Didaktik anlatım tarzı eleştirilse de sinemamızda “ciddi” bilimkurgu örneklerine daha çok ihtiyacımız var. Güçlü bir film endüstrimizin halen olmayışı ve yapım şirketlerinin vizyonsuz bakış açıları nedeniyle ancak Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu (2008) gibi gişeye oynayan bilimkurgu parodileri karşımıza getiriliyor.
Fatih Akın, Yeşilçam sinemasının tüm klişe ve kurallarını hatim etmiş bir isim. Bu klişeler ve melodramatik yapıyı ters yüz edip, Altın Ayı ödüllü Duvara Karşı filmine yerleştirmiştir. Sibel (Sibel Kekilli’, aile baskısından bıkmış ve kısıtlanmalar neticesinde intihara meyilli hale gelmiştir. Sibel, özgür olmanın yollarını aramaya başlar. Cahit (Birol Ünel) ise, bir süre önce Alman olan eşini kaybetmiş ve bu kayıptan ötürü hayattan soğumuş, kendini alkole vermiştir. Ara sıra da arkadaşı Şeref (Güven Kıraç) ile birlikte bir konser salonunda boş şişe toplayıcılığı yapmaktadır. Sibel ve Cahit, yaşam tarzları ile duvara toslamış haldedirler. Sibel ve Cahit’in yolları, intihar girişimleri sonuncunda bir hastanede kesişir. Sibel, Cahit’e anlaşmalı bir evlilik teklif edip bunu ailesinden kurtulmak ve özgürlüğüne kavuşmak için yapmak istediğini söyler; Cahit zoraki olarak Sibel ile evlenir. Ardından araya aşkın, cinayetin ve hikâyenin Türkiye’de sonlanacağı bir sürece girerler.
Duvara Karşı, tipik Yeşilçam sinemasına yapı olarak benzemesine rağmen onu çok iyi ters yüz ediyor. Hikâye, ilk başta şaşırtıcı gözükmeyebilir, ama yapımın başarısındaki en büyük etken Fatih Akın; hikâye anlatımındaki ustalığı, doğru oyuncu yönetimi ve kurgudaki zamansal dokunuşları ile bize filmin her içine çekmeyi başarıyor. Filmini, Haliç manzarası eşliğinde bir solistin söylemiş olduğu Türk sanat müziği eşliğinde başlatıyor. Zamansal geçişler, araya giren bu Haliç manzarası eşliğinde değişmekte ve Hikâyenin olay örgüsüne göre müzik ya neşeli ya da hüzünlü bir hâl alıyor; Solistin araya girdiği sahneler, tiyatrodaki sahne geçişlerini andırıyor. Müziğin filmdeki yeri, yalnızca aralara giren sanat müziği ile sınırlı değil. Sıkı bir Punk müziği hayranı olan Akın, filminin kimi anlarına türün sıkı örneklerine de yer veriyor; Cahit’in Sibel ile evlendikten sonra evlerinde Punk müziği eşliğinde dans ederlerken, “Punk ölmedi!” diyerek haykırdığı bir sahnede, Akın’ın bu müziğe karşı olan tavrı açıkça gözüküyor.
Akın, Türkler ve Almanlar arasındaki kültür farklılıklarının yanı sıra, Alman vatandaşı olan Türklerin Türkiye’ye geldiklerinde yaşadıkları yabancılaşmaya da dikkat çekiyor. Yeşilçam sinemasında genelde filmlerin ilk yarısı komik, ikinci yarısı da dramatik bir yapıya bürünür. Cahit’in Sibel ile tanışma anı, onu ailesinden istediği bölüm ve düğün manzaraları hafif mizah içeren anlara sahip; ama ikinci yarıyla birlikte trajik olaylar sırasıyla yaşanmaya başlıyor. Almanya doğumlu olan Akın, Almanlar için bir tespitte bulunmaktan kaçınıp, Türklerin Alman toplumu içindeki varoluşları üzerinde duruyor. Başlangıcından finale doğru ilerleyen süreçte karakterler dramatik değişimler geçiriyor. Sibel ve Cahit çıkmaza düşmüş iki karakter ve haliyle olay örgüsü içinde duygusal çatışmalar yaşıyorlar. Duvara Karşı, Türk sineması açısından gerçek bir modern klasik. Hem geçmiş dönem sinemamıza bir saygı duruşu niteliğinde hem de son derece kişisel ve özgün bir yapım.
Köprüdekiler, Aslı Özge’nin ikinci uzun metrajlı eseri. Özge, kamerasını yolları dolaylı olarak -eski adıyla- Boğaziçi Köprüsü’nde kesişen, sosyal ve mesleki açıdan üç farklı sınıfa mensup insana doğrultuyor. Umut (Umut İlker), İstanbul-Bostancı hattında çalışan dolmuş şoförü; Murat (Murat Tokgöz), taşradan İstanbul’a yeni tayin olmuş, görev yeri köprü olan bir trafik polisi; üçüncü karakterimiz ise, varoşlarda yaşayıp aile bütçesine katkıda bulunmak için bu köprüde yoldan geçen arabalara çiçek satmaya çalışan 17 yaşındaki Fikret (Fikret Portakal). Anlaşılacağı üzere üçünün de hayatlarının kesişim noktası Boğaz Köprüsü, ancak bu üçlü film boyunca tesadüfi olarak dahi birbirleri ile karşılaşmazlar. Aslı Özge sanki köprüden geçerken kamerasını rastgele bir biçimde bu üç kişiye yönlendirip, onların birkaç gününe şahit olmamızı istiyor.
Umut, eşi ile birlikte ufak bir dairede yaşamakta fakat eşinin en büyük isteği daha düzgün bir eve geçmektir. Maddi olarak durumu güçlü olmayan Umut, eşinin bu isteğini yerine getirmekte zorlanır hâldedir. Murat, bir polis arkadaşı ile aynı evde yaşayıp işten arta kalan zamanını internetten kız arkadaş bulmak için harcamaktadır. Fikret ise çiçek satmaktan memnun olmadığından daha iyi bir iş bulmak için başvurularda bulunuyor; fakat önündeki en büyük engel, yetersiz eğitim düzeyidir. Birbirinden farklı bu üç karakterin ortak noktaları, çevreleri ile yaşadıkları iletişim bozukluklarıdır. Umut, derdini eşine anlatamamakta ve kendini ifade edemedikçe de eşinin maddi talepleri daha da artmaktadır. Polis memuru Murat, karşı cins ile internet üzerinde kurduğu rahat diyaloğu, gerçek buluşmalarda kuramayıp adeta tutulmaktadır. Fikret de genç yaşında dolayı hayatın ciddiyetinde olmayıp, kabul edildiği işyerlerinde pek fazla tutunamaz.
Bu üç karakter ile birlikte sosyolojik açıdan ufak bir Türkiye profili çıktığını söylemek yanlış olmaz. İşçi ve memur sınıfına dâhil edebileceğimiz bu karakterlerin özellikle maddiyat, iletişim becerileri ve eğitim düzeyleri yönünden bir kıstırılmışlık içinde olduklarını görüyoruz. Bu kısıtlamalar neticesinde maddi olarak bir statü elde edememekte, iletişim yönünden yetersiz kalmakta ve eğitim düzeylerinden dolayı küçümsenip ilerleyememektedirler; dolayısıyla bir boşvermişlik psikolojisi içerisindedirler. Büründükleri bu ruh halleri, ifadelerine ve davranışlarına da yansımış durumdadır. Köprü, onlar için bir nevi Araf’tır. Köprüden ayrılıp kendi bölgelerine geçtiklerinde, tekrar içsel sıkıntıları ile yüzleşmektedirler. Aslı Özge, sosyolojik çöküntü içinde olan bireyleri gerçekçi kamerasıyla yüzümüze çarpıtıyor.
Aslı Özge; alışageldik giriş, gelişme ve sonuç ilişkisi içinde ilerleyen geleneksel yapıya sahip olmayan filmini, gelişme aşamasında sonlandırıyor. Karakterleri herhangi bir final anı ya da çözümleme yaşamıyor. İzleyici gözlemci konumuna sokulup, söz konusu yaşamlara müdahil ediliyor. Bunda Aslı Özge’nin belgesel gerçekçiliğine yakın duran anlatım dilinin etkisi büyük. Köprüdekiler, doğal ışık kullanımı ve doğaçlama planları ile “Dogma” akımına yakın duran sularda geziniyor. Dolayısıyla ana akım sinemanın dışında bir yapımla karşı karşıyayız. Film bitiş anı bir yarım kalmışlık hissi yaratıyor ama herhangi bir sonuca yer verilmeyişi bilinçli bir tercih. Çeşitli festivallerde ödül de alan yapım ilgiyi hak ediyor. Türk sinemamız adına cesur ve deneysel bir çalışma.
Çoğunluk, hepimize dair bir yapım. Yapmak istediklerimiz ama yapamadıklarımız ve yaşantılarımız üzerinde kontrol sahibi olanlar üzerine… Toplumdaki “çoğunluğun” yaşamlarımız ve tercihlerimiz üzerindeki etkileri, bireysel özgürlüğümüzü sorgulamamıza neden oluyor. Başkalarının yaşamlarımız üzerindeki etkileri bizleri ne kadar özgür kılar? Seren Yüce, bu ilk sinema filmiyle hepimize dair sahici bir öykü anlatıyor. Kendi kültürümüze özgü elementler barındıran, dolayısıyla ülkemiz insanının empati kurabileceği bu öykünün yurtdışından ödüllerle dönmesi ayrı bir başarı. Örnek olarak; kimi Uzak Doğu yapımlarında yer alan folklorik değerleri kültürel farklılıklardan dolayı anlayamayabiliyoruz.
Orta üst sınıfa mensup diyebileceğimiz ailesiyle yaşayan Mertkan (Bartu Küçükçağlayan), üniversiteyi uzaktan öğretimle okuyan, müteahhit olan babası için getir götür işleri yapan bir gençtir. Tercihleri üzerinde hayli söz sahibi olan babası yüzünden özgür bir yaşantıya sahip değildir. Muhafazakâr bir yapıya sahip babası, Mertkan’ın kendi yaşam çizgisi içinde yetişmesini istemektedir. Mertkan, iş harici zamanlarında vurdumduymaz arkadaşları ile buluşup, genellikle kızlar üzerine gösterişli sohbetler yapar; bu anlarda Mertkan’ı hep kendisini kanıtlamaya yönelik tavırlar içinde görüyoruz. Babası karşısında sürekli ezilen Mertkan, arkadaşları arasında farklı bir kimliğe bürünür. Yapımda anne karakteri, eşi karşısında pasifize edilmiştir. Yönetmen Seren Yüce, hikâyesinde ataerkil bir dünya resmediyor.
Yapım, Mertkan’ın küçüklüğünde babasıyla yapmış olduğu bir doğa yürüyüşüyle başlıyor; fakat karakterimiz babasına isteksizce eşlik etmektedir. Yürüyüş boyunca baba önde; çocuk arkadadır. Geniş planda boylu boyunca ağaçların oluşturmuş olduğu uzun koridor, aslında Mertkan’ın yaşamı boyunca takip etmesi gereken yolu simgeler; çünkü takip edilmesi gereken yol, baba tarafından en başından çizilmiştir. Bu ağaçların oluşturmuş olduğu uzun koridor toplumdaki “çoğunluğun” çoktan girdiği yoldur da. Mertkan, yaşam çizgisindeki en önemli sapmayı -geçici de olsa- Gül (Esme Madra) ile birlikte olduğu anlarda yaşar. Bir büfede garson olarak çalışan Gül, buraya sık sık gelen Mertkan’dan etkilenir. Gül, Mertkan’ın aksine, ailesinden uzakta yaşayan, okumak için çalışan, özgür ruhlu bir kızdır. Farklı bir kültürden gelen Gül, Mertkan’ı hayli etkiler. Gül’ün özgürlükçü ve bağımsız yaşam tarzı, Mertkan’ın özendiği bir yaşam biçimidir. Başkarakterimiz, ailesinin baskısıyla Gül’den uzaklaşmak istese de, kaçtıkça genç kıza daha da bağlanır; Gül aslında onun kurtarıcısıdır.
Gül, Mertkan’ın yaşamındaki olumsuzlukların adeta tersidir. Mertkan’ın o zamana dek görmediği sevgi ve daha önemlisi saygıyı ona vermeye hazırdır. Fakat Mertkan kendi içinde yaşadığı kimi çatışmalar yüzünden Gül’den kaçmak ister; yaşamış olduğu çatışmaların en büyük mimarı kuşkusuz ki babasıdır. Babasına karşısında güçlü görünmesi ve onaylanmayan ilişkisini sırf babası için bitirmesi gerekecektir. Yapım, tüm karamsarlığına rağmen kimi ilginç ve komik anlarda içeriyor; kimi küfürlü ve ani öfke patlamaları içeren sahneler çoğunlukla mizahi tonlara sahip. Temel meselesi özgürlük ve bireysel tercihlerin başkaları tarafından kontrol edilişi olan yapım, son yıllarda sinemamızdan çıkan en özgün işlerden birisi. Seren Yüce, minimalist anlatımı ve kamerasına hâkim tavrıyla yeteneğini kanıtlıyor. Kendi sinemamızdan çıkan farklı yapıdaki bu üç yapım, 90’lar sonrası değişen Türk sinema anlayışının başarılı birer örnekleridir.