Açılışını The Fly (Sinek) filmiyle yaptığımız “Cronenberg Sineması” yazı dizisinin bu ikinci bölümünde, yönetmenin bir diğer şaheseri olan 1983 çıkışlı Videodrome’u ele alıyoruz. Hemen hemen tüm filmlerinde teknolojiyi bir araç olmaktan çıkartıp, adeta bir varoluş durumuna dönüştüren Cronenberg’in, Videodrome’da da aynı temel anlatı üzerine yoğunlaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kahramanımız Max Renn (James Woods), ucuz erotik yayınlar yapan “Channel 83” adlı bir TV kanalının yöneticisidir ve kimi çevreler tarafından eleştirilere maruz kalmaktadır. Hem bu eleştirileri bertaraf etmek, hem popüler olmak ve hem de kanalın rating’lerini arttırmak için, yeni bir şeyler denemesi gerektiğinin farkındadır.
Bir gün, teknisyeni Harlan sayesinde “snuff” videolar yayınlayan korsan bir kanala rastlar. Videodrome adı verilen bu yayında, insanın en sapkın içgüdü ve dürtülerini yansıtan videolar gösterilmektedir. Yayını izler izlemez uzun zamandır aradığı yeniliği sonunda bulduğunu düşünen Max, ahbabı Masha (Lynne Gormen)’nın da yardımıyla yayının kaynağını araştırmaya girişir. Bu araştırmalar sonucunda yayının tahminlerinin aksine uzak doğu’dan değil; Pittsburgh’dan yapıldığını keşfederler. Bu keşifse Max’ı Videodrome’un perde arkasındaki isim olan Profesör Bianca O’Blivion (Sonja Smits)’a götürür. Öte yandan kahramanımız, Videodrome’u izledikçe bir takım sanrılar görmeye ve psikoloji altüst olmaya başlar. Biz de onunla birlikte kendimizi, türlü tuhaflıklarla dolu saykodelik bir dünyanın içinde buluruz.
Bu aşamadan sonra izleyici de en az Max kadar Videodrome’un ne olduğunu şiddetle merak eder hale gelir. İlerleyen dakikalarda anlarız ki Videodrome, “Spectaculear Optical” adlı şirketin gizli bir projesidir. Videodrome’u izleyen insanların beyninde bir tümör oluşmakta ve bir süre sonra insanlar, Videodrome’un yarattığı sanrıların esaretine girmektedir. Bir sahnede Barry Convex (Leslie Carlson), Max’e bu sanrıları denetim altına almaya çalıştıklarından ve bu sayede de bilince hükmedebileceklerinden bahseder. Hatta Bianca O’Blivion işi bir adım daha ileri götürür ve Videodrome izleyerek oluşan tümörü insan evriminin son basamağı olarak niteler. Tüm bu bilgilerin de ışığıyla hızını iyice alan film, artık bedenle teknolojinin, cinsellikle şiddetin iç içe geçtiği kendi zirvesine doğru tırmanışına başlar. Sınırlarda yaşanan bu söz konusu cinsellik ve vahşet formları, kahramanımızı adeta insanlıktan çıkarır.
Bilindiği üzere insan üretimi teknolojinin, denetimden bağımsızlaşıp yaratıcısına tehdit oluşturması, Cronenberg’in demirbaş temasıdır ve Videodrome’daki teknolojik tehdit unsuru da televizyondur. Yönetmenin pek çok kez işlediği insanın biçim değiştirme süreci, Videodrome’da insan ile televizyon etkileşimi üzerinden gerçekleşmektedir. Televizyon kaynaklı biçim değiştirme süreci, filmin başlarında psikolojik bir boyuttayken, filmin sonlarına doğru bedensel bir boyuta evrilir. Filmde televizyon, insanın algısını fiziki ve gerçek deneyimler yerine kendi ölü doğmuş görselleriyle yönlendiren bir beyin yıkama aracı olarak karşımıza çıkar. İnsanın dış dünyayı algılamadaki tek aracı olan beyin, televizyonun denetimine girmekte ve televizyon giderek beynin bir çıkıntısı haline dönüşmektedir. Böylece sanal dünya ile gerçek dünya birbirine karışmakta ve ayırt edilemez bir bütün haline gelmektedir. Bianca O’Blivion, bu durumu şu cümleyle özetler: “Televizyon, bedenin fiziksel varlığına gereksinim duyulmayan bir varoluş biçimidir.”
Videodrome, tüm Cronenberg figürlerini bir araya getiren ve bunları aynı kurgu içinde harmanlayan yapısıyla, yönetmenin filmografisinde bambaşka bir yere sahiptir. Karın bölgesinde beliren vajinal açıklıklar, bu açıklıktan sokulan video kasetler, köpüren bedenler, cinsellik, sanal gerçeklik ve medya analojileri, şiddet ve korku… Ancak bu noktada hemen belirtmek gerekir ki yaygın bir kanaatin aksine Cronenberg filmleri, temel anlatı yapıları itibariyle izleyiciyi korkutma üzerine kurulu değillerdir; fakat sergiledikleri gerçeküstü beden imgeleri onları ister istemez korkunç kılar. Aslına bakacak olursanız bu Cronenberg’in de çözmeye çalıştığı bir anlatı sorunudur ve her filminde değişik anlatı yöntemleri deniyor oluşunun da asıl nedenidir.
Cronenberg, filmlerine serpiştirdiği ‘sapkın beden’ felsefesine karşı ne yapsa üstesinden gelemediği bir karamsarlığa sahiptir. Örneğin birkaç istisna haricinde tüm Cronenberg kahramanları, artık içinde bulundukları duruma daha fazla dayanamayıp intiharı seçerler. Videodrome’da da bir örneğini gördüğümüz üzere, bir yandan en büyük hazzın bedensel sınırlamalardan arınış olduğu vurgusu yapılırken; bir yandan da ortaya çıkan bu yeni beden imgesi, eninde sonunda toplumda yeri olmayan ve ortadan kaldırılması gereken bir canavar konumuna bürünür. Şahsi fikrime göre ortaya çıkan bu durumun nedeni, gerçekçi sinema dilinin; Cronenberg’in işlemeye çalıştığı us-beden ve ben-öteki karşıtlıklarını yok sayan gerçeküstü bir bedensel varoluşu anlatımlandıramamasıdır. Yönetmen bu sorunu çözebilmek adına, filmlerinin zaman-mekan sürekliliğini kasten bozmayı yeğleyebilmektedir. Tıpkı Videodrome’da olduğu gibi!
Videodrome’un son 40 dakikası, neyin gerçek neyin sanrı olduğu belli olmayan ve bu durumunda giderek belirsizlikler tufanına dönüştüğü bir olaylar zinciri şeklinde cereyan eder. Sonlara doğru sırrını yavaş yavaş ifşa eden filmlere alışkın geniş izleyici kitlesi, Vıdeodrome’un bu kroşesi karşısında neye uğradığını şaşırır. Sinema ve medya araştırmalarıyla bilinen Profesör Scott Bukatman, bu anlatı tarzını William S. Burroughs’un aklına gelenleri herhangi bir zaman-mekan gözetmeksizin yazışına benzetip “cut-up yöntemi” diye tanımlıyor.
“Cut-up”, etin akla karşı çıkışı gibi; sözcüklerin ve tümcelerin alışılagelmiş gerçekçiliğe ve bunu sağlayan çizgiselliğe bir çeşit başkaldırışıdır. Nasıl ki bir beden olarak “yazı”, tutarlı bir uzam içinde gelişen olayları çizgisel bir açılımla “özdemek” yerine bir dizi anlam bütünlüğünü birbirine eklemleyerek kolajlıyorsa; Cronenberg’in Videodrome’u da finalinde aynı yöntemi kullanıyor. Yazıya nokta koymadan önce şu önemli uyarı da vermek gerek: Yapım, Cronenberg’in kendine özgü o habis dünyasına dalışa geçmek isteyenler için, pek de doğru bir başlangıç noktası değil. Zira işin sonunda “dalayım derken” boğulmak da var!
Yararlanılan Kaynak: Anafarta, Orhan (1998). “Modern Teknolojinin İnsan Bedenini Yeniden Şekillendirmesi”. Geceyarısı Sineması, sonbahar.