sings

Uzaylı İstilasının Psikolojisi: Signs

Korku, gerilim, gizem, drama, bilimkurgu, aksiyon… Her şeyi bulabileceğiniz bu filmin, 2 Oscar adaylığı olan usta yönetmen M. Night Shyamalan’ın elinden çıktığı belli oluyor. Kendine has bir stili olan yönetmenin filmlerinin herkese uygun olmayabileceğini baştan söyleyelim. Eğer Shyamalan’ın Unbreakable, The Sixth Sense, The Village gibi filmlerini, bu filmlerin karmaşık olay örgülerini ve sürpriz sonlarını beğenmediyseniz bu filmi de pek beğenmemeniz olası.

3 ödül kazanmış ve Satürn Ödülleri dahil 32 ödüle aday olmuş bu yapıtın başrollerini Mel Gibson (Graham Hess) ve Joaquin Phoenix (Merill Hess) paylaşıyor. Film, 6 ay önce karısını bir trrafik kazasında yitirmiş ve bu yüzden tanrıya olan inancını yitirmiş papaz Graham, eski beyzbolcu erkek kardeşi Merill ve çocukları Morgan ve Bo’nun hayatını konu alıyor. ABD’de küçük bir kasabada yaşayan ailenin çiftliğinde ansızın birtakım ekin çemberleri ortaya çıkıyor. Önceleri bunun sorumlusunun bazı serseriler olduğu düşünülse de, olayın rengi sonradan anlaşılıyor. Çiftlik evinde garip sesler duyulunca ve televizyonda dünyanın dört bir tarafında oluşan ekin çemberleri haber yapılınca şüpheler artıyor. Bu noktadan sonra film, ailenin kendi içinde yaşadığı sıkıntılara ve kenetlenmeye odaklanıyor.

Din ve bilim çelişkisine de yeni ve felsefi bir bakış getiren Shyamalan, bunu gözümüze sokmadan yapıyor. Film boyunca birtakım “mucize”lerden veya “tesadüf”lerden bahsediliyor (Graham’ın ölen karısının son sözlerinin ‘Daha hızlı salla, Merill!’ olması, Bo’nun bardaklar dolusu suyu içmek istememesi, Bo’nun odasında canavar olduğunu söylemesi, astım nedeniyle Morgan’ın ciğerlerinin kapalı olması vs.) ve tercih seyirciye bırakılıyor. Filmin sonunda Graham’ın yeniden tanrıya inanan bir papaz haline gelmesiyle yönetmenin tercihini de anlayabiliyoruz. Bu “mucize”lerden önce Graham’ın tanrıya olan inancı karısının ölümü yüzünden gitmişti ama uzaylılarla olan tecrübeleri sayesinde inancını yeniden kazanıyor. Bu da bizim kader inancımızı sorgulamamıza neden oluyor. Kaderimizi değiştirbilir miyiz? Kadere inanmalı mıyız? Kaderimizi davranışlarımız mı, yoksa bizim dışımızda gelişen olaylar mı belirler? Bu derin ve felsefi sorular irdelenince, filmin bilimurgudan ziyade bir psikolojik gerilim olduğu anlaşılıyor.

Bu film, bildiğimiz anlamda bir bilimkurgu filmi değil; bir Shyamalan filmi. Hatta bu filmde bilimkurgu öğeleri diğer klasik bilimkurgu eserlerine göre oldukça az. Bu noktada uzaylılara bir parantez açmak gerek. Uzaylılar, “belirsizlik” için bir sembol olarak kullanılmış. Öyle ki; filmde betimlenen uzaylı istilası sırasında hiçbir uzay gemisi gösterilmiyor ve filmin sonunda sadece birkaç uzaylı beliriliyor; yani alışılageldik küçük yeşil adamlı klişe Hollywood bilimkurgularına benzemiyor… Film boyunca neredeyse hiç uzaylı göstermeden gerilim yaratılıyor. Filme hep bir belirsizlik hakim. Uzaylıların nereden saldırıp, nasıl bir davranış içinde bulunacağı der daim muamma. Bu da, gerilimi yüksekte tutan önemli bir faktör. Bunu yönetmenin bir artısı olarak değerlendirebiliriz.

Shyamalan’ın övgüyü hak eden diğer bir özelliği ise bilinmeyeni kullanarak gerilimi tırmandırması. Filmin son sahneleri de dahil olmak üzere hiçbir uzaylı gösterilmeden bizi bir uzaylı istilası olduğuna inandırıyor. Bu yönüyle Shyamalan’ın, ustası Alfred Hitchcock’a göndermelerde bulunduğu ve ondan çok şey öğrendiği açık. Filmin artıları üst düzeyde, ama bu eksileri yok demek değil. Her ne kadar iyi ve akıllıca kurgulanmış olsa da, bazı mantık hataları ve klişeler mevcut. Örneğin uzaylıların su sevmemesi gibi. Uzaylılar su sevmiyor ama nasıl oluyor da %71’i suyla kaplı bir gezegene geliyorlar? Atmosferdeki su buharı onları rahatsız etmiyor mu? Dikkatli izlerseniz, bunun gibi ufak tefek tutarsızlıkların ve klişelerin, filmin bütünlüğünü bozacak gelişmeler olmadığını görebilirsiniz. Bu hatalar, filmin olağan akışı içinde unutulup gidiyor.

Bahsettiğimiz eksilere bazı büyük geçiştirmeleri de ekleyebiliriz. Filmin genel havasında bir belirsizlik hakim olduğu için bazı sorular yanıtsız kalıyor: “Uzaylılar doğal kaynaklarımızın peşindeyse neden insanlara saldırıyorlar?” sorusunun mantıklı bir cevabı yok… Bu gibi durumlar, filmin yorumlanmasında da zorluk yaratıyor. Bu bir eksi midir, artı mıdır bilinmez ama filmde izleyicinin öznel yorumuna bırakılan çok sayıda olay var. Film, bu haliyle bizi düşünmeye sevk ediyor ve izleyicinin ruh haline göre anlamlanıyor.

Bir Hindu olarak büyütülen ve bir Hristiyan olan Shyamalan’ın bu filmde vermek istediği mesaj çok açık. Hikayenin iki tarafını anlatıyor ama diğer filmlerinde olduğu gibi kendi tarafını da açıkça belli ediyor. Filmdeki tanrı vurgusu başka hiçbir filmde olmadığı kadar güçlü ve eğer inançlı olursak ödüllendireceğimizin altı çiziliyor. Sonuç olarak; son derece özgün bir hikayeye sahip olan ve her şeyi içinde bulunduran bu çok katmanlı film, dünya dışı yaşam ve insan karşılaşması temasını diğer bilimkurgu eserlerinin aksine gayet farklı ve belirsiz bir tavırla işliyor. Bu belirsizlikte bırakan anlatım tarzı sayesinde tüm film boyunca merak duygumuz hep canlı tutuluyor ve filmin akıcılığı sağlanıyor. Yarattığı psikolojik gerilim ve inancımızı sorgulamaya sevk etmesi de cabası…

Sizce yaşananlar tesadüf mü, mucize mi?

Yazar: Alp Kütükçü

Çocukluğundan beri Küçük Yeşil Adam'ın peşinde. "Wake up, Neo..."

İlginizi Çekebilir

Farklı Bir Lezzet Arayanlara: No One Will Save You

Insurgent (2015), Jane Got a Gun (2015), The Babysitter (2017), Underwater (2020) gibi bilimkurgu, Western …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et