Uzayın Derinliklerinde: Lost in Space

1960’ların televizyon dizisi Lost in Space‘in aynı isimli bir uyarlaması olan filmimiz, modern teknik imkanlarla tekrar ele alınıp zenginleştirilmiş bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Hikaye, “İsviçreli Robinson Ailesi” adlı romandan esinlenmiştir. 1812’de İsviçreli yazar Johann David Wyss tarafından yazılan bu roman, kendi gemileriyle Doğu Hindistan’dan Avustralya’ya yolculuğa çıkan İsviçreli bir ailenin başından geçenleri anlatır. Bu hikayenin de meşhur İngiliz yazar Danile Defoe‘nun 1719 yılında yayımlanan unutulmaz eseri Robinson Crusoe’dan esintiler taşıdığını söylemek yanlış olmaz.

İsviçreli Robinson Ailesi zamanla o kadar popüler oldu ki, film ve dizi versiyonları ekranlarda tekrar tekrar boy gösterdi. 1960 çıkışlı Swiss Family Robinson filmi bunlardan biriydi. Filmde Robinson ailesi, bindikleri yelkenli geminin Pasifik Okyanusu’nda çıkan bir fırtınada batması üzerine civardaki ıssız bir tropik adada yaşamak zorunda kalıyordu. Hikayenin fütüristik versiyonu diyebileceğimiz Space Family Robinson adlı bir çizgi roman serisiyse, ilk kez 1962’de piyasaya çıkmış ve 20 yıl boyunca yayında kalmayı başarmıştı. Bu çizgi roman, 1965 yılında ekranlara gelen Lost in Space dizisinin de doğmasına vesile olmuştu.

1998 yılında seyirciyle buluşan Lost In Space filmi, ütopik ve fütüristik bir yaklaşımla dünyanın en dahi ailelerinden biri olan Robinson ailesinin Alpha Century yıldız sistemindeki dünya benzeri gezegene yolculuğunu anlatıyor. Birçok bilimkurgu filminden tanıdığımız William Hunt‘ı yine bu filmde de baş rolde görüyoruz. Hunt’ın başarılı bir performans sergilediğini belirtmek lazım. Kötü roller için biçilmiş kaftan olan Gary Oldman da işini hakkıyla yapan bir başka oyuncu.

2058 yılında Dünya kaynakları tükenmenin eşiğindedir ve ozon tabakası da büyük zarar görmüştür. Dünya’nın bir süre sonra yaşanmaz hale geleceği açıktır. İnsanlığın tek kurtuluşu, Alpha Century sistemindeki dünya benzeri bir gezegene yerleşmektir. Yeni geliştirilen Hyper Gate teknolojisi sayesinde bu yolculuk kolayca yapılabilecektir. Ancak bunun için Alpha Century sistemine gidilmesi ve oraya bir Hyper Gate’in kurulması gerekmektedir. Göreve Hyper Gate teknolojisinin mucidi olan Profesör John Robinson ve ailesi seçilir. Uzay gemisinin pilotluğunu ise, en yetenekli pilotlardan biri olan Binbaşı West üstlenir. Eğer görev başarıyla tamamlanırsa, biri Dünya yörüngesinde diğeri Alpha Century’de kurulacak iki Hyper Gate sayesinde insanlık yok olmaktan kurtulacaktır. Ancak Jupiter 2 adlı uzay gemisiyle yola çıkmaya hazırlanan Robinson ailesi, hükümet karşıtı bir terörist grubun sabotajına maruz kalır. Bu sabotaj nedeniyle kendilerini kurtarmak için körlemesine bir sıçrayış yapmak zorunda kalırlar.

Filmin grafikleri 20. yüzyılın son yıllarına göre hiç de fena sayılmayacak kalitede. Öte yandan Hyper Gate fikri bize Stargate konseptini hatırlatıyor ki, Alpha Century’ye milyarlarca insanın taşınması için oldukça mantıklı bir yöntem. Bu seyahat için kullanılan Jupiter 2 gemisi de Hyper Drive teknolojisi ile donatılmış durumda ve Hyper Drive’ın zaman-mekan üzerindeki etkileri film boyunca oldukça güzel işlenmiş. Ancak filmden sert bir bilimkurgu beklentiniz olmasın. Lost in Space, bir uzay macerası ve eğlenceli bir aile filmi olarak izlendiğinde daha keyif verici.

Hikayede en çok dikkat çeken konulardan biri de “kaybolma korkusu” oluyor. Ekibimiz körlemesine yaptıkları atlayış sonrasında kendilerini uzayın bilinmeyen bir bölgesinde buluyor ve bu belirsizlik karşısında da ölesiye korkuyorlar. Ancak ailevi bağları ve bilimsel bilgi birikimleri, sorunları çözme konusunda kendilerine yardımcı oluyor. Ayrıca Lost in Space’in, 13 Nisan’da yayınlanacak ilk bölümüyle modern bir Netflix dizisi olarak geri döneceğini de anımsatalım. Öyle görünüyor ki Robinson ailesinin maceraları henüz yeni başlıyor…