Ready Player One

Ütopya ile Distopya Arasında Sıkışıp Kalmış Bir Bilimkurgu Öyküsü: Ready Player One

2011 yılında Amerikalı yazar Ernest Cline tarafından kaleme alınan “Ready Player One” romanının aynı adı taşıyan sinema uyarlaması 2018 yılının merakla beklenen yapımlarından biriydi. Yönetmenliğini efsane isim Steven Spielberg’in üstlendiği bilimkurgu eserinde VR (Virtual Reality) olarak adlandırılan Sanal Gerçeklik teması işlenmiştir. Wade Watts isimli 18 yaşında olan bir ergenin 2044 yılında, Ohio eyaletinin Columbus şehrindeki maceralarına tanıklık ediyoruz. Hikâye sözde Columbus şehrinde geçiyor (Kitapta Oklahoma City) ama filmin çoğu sanal dünyada geçtiği için şehirden pek bir şey anladığımızı söylemek mümkün değil.

James Halliday isimli bir deha, Oasis adını verdiği bir sanal dünya yaratmıştır ve bu sanal dünya öylesinde gelişmiştir ki insanlar yaşamlarını gerçek dünyadan buraya taşımaya karar vermişlerdir. Vefatından kısa bir süre önce, sanal dünyanın içinde kısa bir video çeken Halliday yaratmış olduğu Oasis dünyasının içinde “3 anahtar ve bir Paskalya Yumurtası” sakladığını ve onu bulan kişiye kurmuş olduğu şirketin tüm haklarını vereceğini belirtir. Bunun üzerine yola çıkan milyonlarca insan sanal gözlük ve ekipmanları takarak, derhal işe koyulur.

Ready Player One filmi temel olarak iki farklı dünyada geçiyor. Biri gerçek dünya, diğeri ise sanal dünya. Burada gerçek dünya ile sanal dünya arasında yüzde yüz bir zıtlık kurulmuş. Her iki dünya birbirini karşıtı olarak konumlandırılmış. Bu bağlamda ikili karşıtlığın yazar tarafından başarılı bir şekilde oluşturulduğunu söylemek mümkün. 2044 yılının gerçek dünyası ne kadar kasvetli, çürük, karamsar ve depresif ise sanal dünya da o kadar ideal, iyimser, mükemmel ve görkemli tasvir edilmiştir. Gerçek dünyadan bıkan ve umudunu kaybeden insanlar artık sanalda yaşamayı yeğlemektedir. Onlar için başka çare kalmamıştır.

Dolayısıyla gerçekte hayatı zehir olmuş toplumun aslında büyük çoğunluğunu oluşturan sıradan halk, yaşamını sanal dünyaya taşımıştır. Böylece gerçekte olamadığı, yapamadığı ve imkânına erişemediği her şeyi yaşama fırsatını elde etmiştir. Herkesin bir Avatar’a sahip olduğu filmde, insanlar bilgisayar oyunlarındaki gibi kaslı ve 3 metre boyunda bir tür canavar veya karşı cinsten biri olup, istediği aracı rahatlıkla kullanabiliyor, istediğiyle savaşıp, istediğiyle müttefik olabiliyor. Sınırların ortadan kalktığı Oasis adı verilen bu fantezi dünyası aslında geçici mutluluk sağlamak dışında bir işe yaramıyor.

Ana karakterimiz Wade Watts’ın “Parzival” adında bir avatar kullandığını öğreniyoruz. Bir yarışla başlayan sanal dünya turumuzun bu ilk sahnesi Spielberg’ten görmeye alışkın olduğumuz bir aksiyon sahnesi sunuyor bizlere. Ardından, birkaç yıl önce hayatını kaybeden Oasis’in kurucusu ve şirketin sahibi James Halliday giriyor devreye ve filmin kurgusu işte asıl burada başlıyor. Halliday’in gizlediği anahtarları aramaya koyulan insanlar, sadece anahtar aramakla kalmayıp, onun geçmişine kadar inerek, çeşitli ipuçlarına ulaşmaya çalışırlar. Wade de 3 kişilik ekibiyle birlikte Halliday’in Oasis yazılımını geliştirdiği yılları anlatan müzedeki simülasyona gider ve tahmin edebileceğimiz üzere binlerce kişi arasından gencecik delikanlımız Halliday’ın ipuçlarını yakalar ve teker teker anahtarlara sahip olur.

Ready Player One öyküsünde dikkatimizi çeken unsurlardan biri Wade’in mücadelesini yürüttüğü esnada aynı mücadeleyi veren IOI şirketi ve onun CEO’su Nolan Sorrento karakteridir. IOI (Innovative Online Industries) olarak bilinen şirket, merkezi Columbus’ta bulunmakla birlikte dünyanın en büyük internet servis sağlayıcısı olma ünvanına sahiptir. Öyküdeki en kötü niyetli karakter olarak karşımıza çıkan Sorrento, takım elbiseli, zalim ve süper zengin bir kapitalist. Şirketi olan IOI’da binlerce kişi sanal dünyanın içinde onun başarısı ve şirketin için mücadele veriyor. Sorrento’nun amacı ise anahtarlara sahip olarak, Oasis’i ele geçirmektir.

Ready Player One’da ikili karşıtlık olarak sunulan sanal ve gerçek dünya, ütopya ile distopya karşıtlığını temsil etmektedir. Yaşanılan gerçek dünya bir distopya iken sanal dünya da ütopya’yı simgelemektedir. Asıl mesele ise hangisinin daha ön planda olduğu ve hangisinin öncelendiği meselesidir. Bu kapsamda film ile kitabı karşılaştırdığımızda bazı ciddi farklar ortaya çıkıyor. Örneğin kitapta gerçek dünya’ya daha fazla vurgu yapılıyor. Yani bu vurgu, distopya’ya yapılan vurgu anlamına geliyor. Kitabın ilk sayfasında şu tasvirler dikkatimizi çekiyor:

“Sonuç itbariyle dünyada yaşayan insanların başka endişeleri vardı. Devam etmekte olan enerji krizi, felaket boyutlarına ulaşan iklim değişikliği, yaygınlaşan açlık, yoksulluk ve salgınlar. Bunlara ek olarak da yarım düzine savaşlar. Bilirsin işte: Bir arada yaşayan kedi ve köpekler gibi: toplu histeri!”

Daha kitabın ilk sayfasından itibaren gerçek dünyanın ne kadar yaşanılmaz, karanlık ve umutsuz bir yer haline geldiği anlatılmaktadır. Filmde ise bu durum oldukça farklıdır. Filmin ilk sahnesinde varoşlarda üst üste istiflenmiş eski prefabrik yapılarda yaşayan Wade Watts, bir çamaşır makinasının üzerinde titreyerek dinlenirken görüntülenmektedir. Her ne kadar olumsuz bir imaj oluştursa da, bu sahne, gerçek dünyanın ne denli adaletsiz ve berbat bir yer olduğunu anlatmada bir hayli yetersiz kalıyor. Film, bu önemli unsurların üzerinde durmayı çok da gerekli görmüyor gibi.

Ayrıca filmde karakter gelişimi gerçekten çok zayıf. Çoğu karakterin derinliği yok ve nerdeyse büyük çoğunluğunun sığ olduğunu söyleyebiliriz. Filmin büyük kısmının sanalda yani CGI efektleriyle kurgulandığını göz önüne alırsak, oyunculuk adına pek bir şey bulunmadığını da öne sürmek isabetli olacaktır. Sanalda geçen sahneler, özel efektlerden dolayı oyunculuk faktörünü geri plana itiyor. Bu sahneler, çoğunlukla aksiyon, kovalamaca veya anahtarları aramakla geçen sahneler olarak çıkıyor karşımıza. Oyunculuğu gerçek anlamda parlayan tek kişinin kötü adam Sorrento’yu canlandıran Ben Mendelsohn olduğunu düşünüyorum. Oyunculuk anlamında karakterin hakkını veren tek kişinin Sorrento olduğu aşikâr.

Kahramanımız Wade yada rumuzuyla Parzival, çıktığı yolculuk esnasında Art3mis rumuzlu bir kızla tanışır ve ona akabinde aşık olur. Bu ilişki gerçek dünyaya da taşınacaktır fakat oyunculuktan mıdır bilmiyorum ama bu ikili arasındaki ilişki ikna edicilikten uzak, yapmacık ve formalite icabı filme eklenmiş gibi bir izlenim veriyor. Kitapta da bu ilişki mevcut ancak filmde öyle yapmacık tasvir edilmiş ki sanki Spielberg bize şu mesajı veriyor:

“Her filmde bir aşk olduğu gibi bu filmde de bu çiftin aşkını uygun gördük. Boşta kalmasın dedik ve bu sahneleri ekledik.”

Film esasında bir ütopya mı yoksa distopya mı sorusuna verilecek cevabın filmi izledikten sonra ütopya olduğunu karar verdim. Sonuç itibariyle sanal dünya için hava her daim hoş. Bol aksiyon sahneli, rengârenk ve asla gerçek olmayacak kadar ideal figürlerden oluşan bir sürü karakter. Velhasıl kitabı okuduktan sonra eserin aslında bir distopya olduğunu göreceksiniz çünkü romanda gerçek dünya’ya yapılan vurguların sayısı filme göre çok daha fazla. Filmde açılış sahnesi ile Wade’in ikamet ettiği varoş semtinde bulunan karavanın kötü adamlar tarafından havaya uçurulmasının dışında gerçek dünya neredeyse görünmüyor bile. Bu yüzdendir ki filmin neredeyse çoğunluğu sanal boyutta geçiyor. (Patlama sahnesi izleyicide yeterince etki yaratmıyor ve Wade buna çok az tepki veriyor)

Filmin yapımı esnasında yönetmen Spielberg ile yazar Ernest Cline’ın birlikte çalıştığını bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Anlaşılan o ki, yazar ve yönetmen romanı sıkıştırarak, orijinal kurgudan bazı kısımları silmiş ve bir takım ciddi değişikliklere imza atmıştır. Bununla birlikte bazı eklemeler de yapılmış ve eserin orijinal havası da değişiklikten nasibini almıştır.

Ready Player One’ın olumlu yönleri ise Spielberg’ten beklediğimiz üzere aksiyon ve özel efektlerinde gizli. Jurassic Park, Azınlık Raporu, Indiana Jones, Jaws gibi efsane filmlere imzasını atan dünyaca ünlü yönetmen, Ready Player One’da izleyicilerini hayal kırıklığına uğratmadığını söyleyebiliriz. CGI efektlerinin ileri düzey olduğu filmde, kovalamaca ve yarış sahneleri tam anlamıyla nefes kesiyor.

Tüm bunlara ek olarak Ready Player One’da muazzam bir popüler kültür ve nostalji bombardımanı bulunmaktadır. Filmin başından sonuna kadar geçmişe ait sayısız sanatçı, grup, film, karakter, şarkı, teknolojik aygıt vs. ile karşılaşıyoruz. Bu da bizlere nostaljinin halen trend olduğunu ve ticari anlamda gayet iyi bir iş çıkardığı sinyalini vermektedir. Son yılların en popüler televizyon yapımı olan Stranger Things (Tuhaf Şeyler) de neredeyse tamamen 1980’lerin nostaljisine dayanmaktadır. Bu tarz şovları izleyen izleyicilerde nostaljinin ciddi bir faktör olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Pek çok insan nostalji içeren yapımları izlerken mutlu oluyor veya mutlu olduklarını düşünüyor. Kısaca, nostalji ve popüler kültür iyi satıyor ve Spielberg ile Cline da ellerindeki bu fırsatı boş geçmiyor. Filme övgüler yağdıran insanların çoğunlukla ya aksiyon sahnelerinden yada yapılan sayısız pop kültür göndermeleri ve nostalji unsurundan dolayı bunu yaptıklarını gözlemleyebiliriz. Aksiyon, özel efektler ve nostalji gibi unsurların ABD’deki popülerliğini göz önüne aldığımızda bu durumun pek de şaşırtıcı olmadığını söylemek mümkün olacaktır.

Bu duruma katılmamakla birlikte filmin bende büyük hayal kırıklığı yarattığını söylemem gerekiyor. Öncelikle romanın derinliği ve alt metninde barındırdığı temalar olmasına rağmen filmde bunları görmemiz pek mümkün olmuyor. Romanda anlamsız hayatlara sahip olan ve mutluluğu sanal dünyada arayan umutsuz kitleler ve onların içinde yaşadığı kasvetli ortam tasvir edilmiştir. Bununla birlikte ciddi bir sınıf mücadelesi ve kapitalizm eleştirisi de mevcuttur. Varoşların içinden gelen Wade Watts, tek başına kurumsal şirketlere dahi kafa tutarak yoktan koca bir şirkete sahip oluyor. Toplumsal piramidin en altından en üstüne yükseliyor. Filmde, gerçek dünyadaki distopik kurgu anlatısının eksik kalması, bu temaların izleyicilere aktarılmasını da yetersiz kılıyor. Kapitalizmi temsil eden IOI şirketi ve CEO’su Sorrento ise acımasız bir haydut gibi tüm gücünü ve tüm imkânları seferber ederek Parzival ile mücadeleye girişiyor. Tüm bu eksiklikler yüzünden izleyicide yaratılması gereken dramatik etki hiçbir zaman tam olarak vuku bulmuyor. Bu yüzden filmi izlerken, kendimizi kaptırmak ve empati kurmak yerine sanki bir bilgisayar oyunu veya animasyon izlercesine bir tutum geliştiriyoruz.

Tüm bunları geçtim, filmin sonunu inceleyecek olursak hayal kırıklığının adeta dibine vuruyoruz. Başarıyla mücadeleyi yürüten ve büyük ödülü kazanan Parzival, yada gerçek adıyla Wade Watts, Oasis şirketinin yeni sahibi oluyor. Fakat beklentinin tam aksine, Oasis adı verilen sanal dünyayı ortadan kaldırmıyor, onu devam ettiriyor. Oasis’i sadece iki gün boyunca kapatma ve gerçek dünyada daha çok vakit geçirme sözüyle insanları avutarak film son buluyor. Böylece Wade, sistemi değiştirmek yerine sistemin devamını sağlamayı tercih etmiş oluyor. Mücadele verdiği sistemin devamını sağlıyor bir bakıma. Aslında vermiş olduğu mücadelenin de boş bir mücadele olduğu ortaya çıkıyor bu şekilde. Wade, sistemi kökten değiştiren devrimci bir kahraman olmak yerine şirketin yeni patronu olmayı yeğliyor. Burada yine kitap ile film arasında oluşan ciddi bir farkı görebiliyoruz. Kitabın son cümlesi aynen şöyle diyor:

“Oasis’e giriş yapma konusunda ilk defa bu kadar ciddi anlamda isteksiz olduğumu uzun süredir hatırlamıyorum.”

Dolayısıyla kitabın sonunda Wade, sanal dünyadan vazgeçme ve gerçek dünya’ya geri dönmenin sinyalini veriyor ama film, bu sonla resmen dalga geçerek, iki günlük çevrimdışı tatil dışında hiçbir şeyin değişmeyeceğini bildiriyor izleyicilere. Sanırım bu film için bundan daha kötü bir son düşünülemezdi.

Spielberg ve Ernest Cline sanki bizlere şu mesajı iletiyor: “Sizlere aksiyon ve nostalji dolu bir film veriyoruz, aynen talep ettiğiniz gibi. Filmi bunlar için izleyin ve başka arayışlara girmeyin!” Buna ek olarak, filmde inanılmaz bir tahmin edilebilirlik potansiyeli mevcut. Filmin kurgusu başlangıçtan itibaren tamamen öngörülebilir bir olaylar zinciri içermekte. Filmi izlerken, Wade’in kahraman olacağını, misyonunda başarılı olup, anahtarları bulacağını ve ödülü kazanacağını en baştan itibaren biliyoruz. Filmde en ufak bir sürpriz, şaşırtmaca veya ters köşeye yer yok. Öngörülebilirlik potansiyelinin yüksek olması, filmin yapımcılarının bunu önemsemedikleri yada tercih etmedikleri için kurguya yeterince eğilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir film için beklenilen ve olması gereken son kesinlikle bu değildi. Daha destansı, idealist ve çarpıcı bir son tercih edilseydi izleyicide yarattığı etki de eminim çok farklı olurdu.

Eğer siz de ortalama Amerikalı gibi sadece aksiyon, özel efektler ve nostalji gibi unsurlara önem veriyorsanız, bu filmi çok beğeneceksiniz demektir. Muhtemelen YouTube’da filmi bu unsurlardan dolayı öven pek çok video vardır. Ancak derinliği olan, politik ve sosyo-kültürel imalar içeren bir filmin peşindeyseniz, izlemeniz gereken film Ready Player One değildir. Anlaşılan o ki, Spielberg ve Cline bizlerin nostalji ve pop-kültür açlığını görmüş ve bunu karşılamak için bu filmi fırsat bilmişler. Aksiyon sahnelerini izlerken, hangi pop-kültür ikonlarına gönderme yapıldığını da takip edebilirsiniz elbet.

Görsel efektler ve CGI kullanımı muazzam fakat içerik apayrı bir konu. Ernest Cline’ın orijinal kurgusu aslında çarpıcı bir distopya fakat distopik hava ve gerçekliğe yapılan vurgu itina ile arka plana atıldığı için ortaya çıkan sonuç bol aksiyonlu bir animasyondan çok da farklı değil açıkçası. Kitabın çok daha iyi bir eser olduğunu kesinlikle ve rahatlıkla öne sürebiliriz. Filmin ütopya mı distopya mı olduğuna ise tam olarak karar vermek mümkün değil. Başarılı aksiyon sahneleriyle, nostaljik pop-kültür göndermeleriyle ve baş döndüren kovalamaca sahneleriyle Ready Player One, hoşça vakit geçirmek isteyenler ve fazla derinlik aramayanlar için eğlenceli bir film.

Hazırlayan: Cenk Tan

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

pantheon

İkinci Sezonuyla Pantheon

2022 yılında AMC+ çatısı altında yayımlanan Pantheon, ilk sezonuyla başarılı bir grafik çizmişti. Kıyamet Üçlemesi’ne …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin