The Running Man, Trump Dönemiyle birebir örtüşen bir distopya filmidir. 30. yılını dolduran bu Schwarzenegger distopyası günümüz konjonktörüne hiç bu kadar uymamıştı.
Başrolde Arnold Schwarzenegger’in yer aldığı 1987 tarihli bilimkurgu-aksiyon filmi The Running Man (Koşan Adam) aslında yazar ve yıldızlarının pek ummadığı şekilde olsa da bu sene itibariyle tekrar gündeme gelmiştir. Film, 80’lere özgü müziklerinden tutun, Schwarzenegger’den beklenen tek cümlelik vurucu ifadelere kadar (Buna: “I’ll be back!” sözü dâhildir) dopdolu bir film izlenimi vermektedir. Geleceğin 2017 yılında ölümcül bir realite şovu tarafından pasifize edilen distopik bir ABD portresi çizen filmi, Donald Trump’ın Amerikan başkanı olarak yemin ettiği 20 Ocak 2017 tarihinde izlemek son derecede rahatsız edici olabilir.
Vizyona girdiği sıralarda, Schwarzenegger onu sadece kurgu olarak tanımlamıştı. 1987 yılında televizyon muhabiri Bobbie Wygant ile gerçekleştirdiği bir röportajda: “Bu yüzden sadece bir film ve gerçek değil. Bu sadece bir hikâye. Onu unutulmaz kılan da bu” demişti. Her ne kadar Amerikan Adalet Bakanlığı hüküm giyen suçluların bir televizyon şovuna transferlerini sağlamak için bir çeşit Eğlence Birimi‘ni henüz hayata geçirmemiş olsa da, The Running Man’in Amerika’nın aşırı militarist tasviri ve gerçekliğin televizyon realitesiyle karışımı günümüz konjonktörüne yakın bir portre çizmektedir.
The Running Man filminin senaristi Steven de Souza motherboard’a telefon üzerinden verdiği bir röportajda şöyle der: “Bu yıl yaklaşık olarak her gün, filmdeki yeni bir şeyin gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini kontrol ediyorum ve sadece şunu söylemek istiyorum: bu benim suçum değil.”
Yaklaşık olarak 2019 yılının Los Angeles’ında geçen The Running Man, Richard Bachman takma adıyla Stephen King tarafından yazılan 1982 tarihli aynı ismi taşıyan romana dayanmaktadır. Roman, 2017’deki ekonomik çöküş sonrası yaşananları anlatır.
Bu kıyamet sonrası gelecek senaryosunda, askeri yöneticiler tarafından büyük bir sınıf ayrımı meydana getirilmiştir. Elitler, askerler tarafından sıkıca korunan ve yüksek, lüks binalardan oluşan Los Angeles’ta otururken, askerler tarafından adeta sorumsuzca katledilen yoksullar ise şehrin dışında kalan varoşlarda yaşamaya mahkûm bırakılmışlardır. Günümüz ABD’sinde ekonomik farklılıklar ve gelir dağılımdaki uçurum göz önüne alındığında filmle gerçek yaşam arasında paralellikler kurmamak mümkün değil.
Savunmasız sivillere ateş etmeyi reddettiği için hüküm giyerek esir kampına gönderilen helikopter pilotu Ben Richards (Arnold Schwarzenegger) Hawaii’ye kaçma teşebbüsü sırasında polise yakalanmadan hemen önce isyancılarla iletişim kurar.
Esir kamplarına geri gönderilmek yerine Richards’a, Amerika’nın en popüler realite şovu The Running Man’a katılma şansı verilir. Bu şovda “runners” adı verilen hüküm giymiş suçlular, “stalkers” olarak anılan paralı ve acımasız savaşçılarla kanlı arenalarda gladyatör tarzında çarpışırlar. Richards hayatta kalarak veya stalker’ları yenerek oyunu kazandığı takdirde bugüne kadar hiçbir yarışmacının elde edemediği bir ödülün sahibi olacaktır: Jüri tarafından yargılanma, hükmün ertelenmesi ya da af…
Filmin başında, bir televizyon sunucusun aranan suçlular için kapı kapı gezen polis avını duyurmasıyla birlikte Richards bir kadına ait apartman dairesinde kanundan saklanmaya başlar. Aranan bir suçluyu yakalamak için Los Angeles’ta kapı kapı gezen polis 1987 yılına göre biraz aşırıya kaçıyor gibi gelmiş olabilir fakat filmi bugün tekrar izlediğimizde 2013 yılındaki Boston maratonu bombalaması sonrası yaşananlardan çok da farklı görünmemektedir. Bu olay sonrasında bombacıları yakalamak amacıyla bütün şehir kapatılmış ve SWAT ekipleri evlere arama emri dahi olmaksızın baskınlar düzenlemişti.
Buna ek olarak, The Running Man filminin soğukkanlı ve theatral becerileri yüksek sunucusu Damon Killian ile yeni seçilen ve yakın geçmişte oldukça rekabetçi bir realite şov sunmuş olan Donald Trump ile olan benzerliği ele almak gerekir. Çok ilginçtir ki, güncel olarak bu iki karakter rolleri değişmiştir. Schwarzenegger The Apprentice şovunun sunucusu olurken Başkan Trump onu, çok sık kullandığı Twitter üzerinden kıymetli eski programının reytinglerini alaşağı etmekle suçlayarak adeta bombalamıştır.
Filmde Killian, olayları çarpıtarak ve kendi senaryosuna uydurarak Amerika’nın yoksul kitlelerini kontrol altına alır ve böylece televizyon reytinglerinin talepleri doğrultusunda gerçekleri başarılı biçimde manipüle eder. Bir sahnede Killian, bunları sadece para için yaptığını ve Amerikan halkına istedikleri şeyleri verdiğini söyler: şiddet, aksiyon ve gösteri.
Ardı arkası kesilmeyen yalanlar, ABD’nin son seçim sürecinde hepimizin alışageldiği ve kabullendiği bir fenomen haline gelmişti, fakat kazanan aday Amerikan siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda riskli bir realite şovuna dönüştürmeyi bilen kişiydi şüphesiz. Dolayısıyla Amerikalılar geleceğe The Running Man gözüyle bakar hale geldiler: Ana akım Amerikan medyası tarafından coşturulan halk ve onu tepeden yöneten, yaşamla ölüm arasında karar verme gücüne sahip çılgın bir sunucu.
Tüm umutsuzluğuna rağmen, The Running Man sonunda oldukça olumlu bir notla biter. Her ne kadar filmde ABD ekonomik olarak sefil vaziyette olsa da, Schwarzenegger bir buçuk saatlik şiddetin sonunda tiranlığın karşısında karanlığı aydınlığa çıkarma azminin ne denli haklı ve meşru olduğunu bizlere açık ve net bir şekilde gösterir. Yine de filmin senaristi Souza açısından bu son, gerçek hayatta mutlu son olacağı anlamına gelmiyor. Souza’ya göre filmin en büyük hayal kırıklığı Killian’ın yalanlarının video tapelerinde meydana çıkmasıyla, halkın kitlesel olarak öfkeye kapılıp, isyan etmesidir. Çünkü gerçek hayatta bu pek de öyle olmuyor. Souza şöyle diyor: “Biz pek çok tapeler gördük ve duyduk ancak pek bir etki yaratmadı. Gerçek yaşamda, herkesin dolaşıp geri döndüğü tek yer: Facebook.”
Hazırlayan: Cenk Tan | Kaynak