Prometeus‘un hikâyesini hepimiz biliriz. Yunan Mitoloji‘sinde insanı yaratan ve tanrılardan ateşi çalıp insanlara bilimi, yaratıcılığı ve uygarlığı veren titandır. Prometeus’un bu yaptığı cezasız kalmaz ve Kafkas Dağı‘nda zincire vurulur. Her gün bir kartal gelip Prometeus’un karaciğerini yer, geceleyin ise karaciğer yeniden oluşur. Böylece her gün katlanılmaz bir acıya maruz kalır. Prometeus, insanlık tarihinde cesaretin, bilgeliğin, yeniye yönelik arayışın bir simgesine dönüşmüştür ve ismiyle bile büyük bir beklenti oluşturur. Bu nedenle Ridley Scott‘ın Prometheus‘unu heyecan verici bir film olarak görmek isterdik, ancak öyle olmadı. Karşımıza vasat ve Prometeus’un cesaretinden uzak, muhafazakar bir film çıktı.
Öteden beri sorduğumuz temel bir soru, “Nerden geldik ve nereye gidiyoruz?” sorusudur. Bu soru yeni araştırmalara yol açmış, böylece insanlık kendi kabuğu içinde sınırlı kalmayıp bu sorunun peşine düşerek bilimsel, sanatsal, felsefi araştırmalara hep devam etmiştir. Neden sorusunu soranlar için bir sınır kabul edilemez ve yeni sorular bizi yeni arayışlara itmeyi sürdürür. Bilim de bizi bu yeniliklere taşımada her zaman temel önemdedir. Bilimin sinemada temsili ise öteden beri sorunlu olmuştur. Bilim, sinemanın günah keçisidir. Bilim insanları “çılgın işler” peşinde koşan, ne yaptığının farkında olmayan, bu yüzden de dünyayı tehlikeye atan “aklı bir karış havada” tipler olarak karşımıza çıkar. Yaptıklarının ne kadar büyük bir yanlış olduğunu fark ettiklerinde ise ya ölümle bunun bedelini öderler ya da “iyi” tarafa geçip büyük tehlikenin savuşturulmasında bir aracı olurlar.
Prometheus her ne kadar bir bilimkurgu filmi olsa da, aslında baskın tarafın “bilim” değil de “kurgu” kısmı olduğu söylenebilir. Filmin başında, geçmişin keşfedilmesinde önemli çalışmalar yapan Charlie (Logan Marshall-Green) ve Dr. Shaw (Naomi Repace), uzay gemisinde mürettebat önüne çıkıyor ve yaptıkları bu araştırmanın neden önemli olduğunu anlatmaya başlıyor. Mürettebat, anlatılanlara pek ilgili görünmüyor fakat anlatının ilerleyen aşamalarındaki sınırı aşmanın getirdiği rahatsızlık ağır ağır hissettiriliyor.
Bilimsel araştırmanın temel niteliklerinden biri, ele alınan nesnenin mümkün olduğunca kendi özgül koşullarında incelenmesidir. Örneğin NASA, Mars’a bir araştırma gemisi gönderip orada canlı bulunup bulunmadığını araştırdığında, gezegenin “kirletilmesine” izin vermez. Çünkü geçmişte Amerika’nın keşfi sırasında Avrupa’dan Amerika’ya giden göçmenler, yanlarında pek çok mikrobu da götürmüş, ömürleri boyunca bu mikroplarla hiç karşılaşmayan yerliler ise bağışıklıkları olmadığı için ölmüştü. Bunlardan ders alan bilim insanları, yeni bir gezegene gönderilen ekipman veya insanların üzerinde hiçbir dünyasal canlı bulunmasına izin vermez. Zira Dünya’daki bir canlının Mars üzerinde, eğer varsa, oradaki canlılarla nasıl bir etkileşim içine gireceğini bilemez. Eğer “yeni” bir dünyaya gidiyorsanız oradaki habitatın mümkün olduğunca kendi özgülünde kalmasına dikkat etmelisiniz.
Filmde ise af buyurun ama bu “çakma” bilim insanlarımız daha gezegene adım atar atmaz heyecan içinde, beklemeden araçlara atlayıp keşif yapmaya çıkıyor. Dahası, piramite benzer yerin içine girip de buranın havasının “kendi soludukları havadan bile temiz” olduğunu anladıklarında hemen maskelerini çıkarıp soluk almaya başlıyor. Yani ne ortamdaki organik yaşamın insanları nasıl etkileyeceğine, ne de kendi üzerlerindeki organizmaların bu ortamı nasıl etkileyeceğine dikkat ediyor, ki zaten bu dikkatsizlik sebebiyle çok geçmeden ileride “yaratık” olarak karşımıza çıkacak olan şey hayat bulmaya başlıyor.
Biraz zaman geçince, Charlie hemen bir kapı buluyor ve bilimsel çalışmanın esası olan bekleme, ortamı anlama, ortamı yalıtım içinde inceleme düsturundan uzaklaşıp kapının üzerine çıkarak sağı solu tuşluyor ve bin yıllardır kapalı olan kapıyı açtığı için gülerek “özür diliyor”. Sonra da etrafa bakınan David‘i (Michael Fassbender) “bir şeye dokunmaması” için uyarıyor! Zaten çok geçmeden hava ile temasa geçen odadaki cisimler hareketlenip ileride mürettebatın ölümüne yol açacak hayata kavuşuyor. Bu kutsal ortam açılıp, bu yeni gezegende yer gök sarsılıp fırtına kopunca da derhâl bir tane “kafa“yı alıp kurtarmaya çalışıyorlar. Kafa üzerinde çalışırlarken de çok geçmeden ağızları açık biçimde doğrudan “ameliyat” yoluyla incelemeyi seçiyorlar.
Filmin içinde çokça örneğini gördüğümüz bu “bilim dışı” durum, ilk bakışta “altı üstü film” diyerek savuşturulabilir. Ancak bir film de olsa hatayı yapanlar, aynı zamanda yenilik peşinde koşan bilim insanlarıdır. Hollywood‘un bilime bakışı aslında milyonlarca yıl önce ateşin yakıcı olduğunu ona dokunarak tecrübe eden atalarımızın ilerisinde değildir. Ellerinde son teknoloji aygıtlar olsa da, “ortamda oksijen mi vardır, hadi başlıklarımızı çıkartalım” edimi bilimden ziyade maymun iştahlılıktır. Bilim Hollywood için her daim bir günah keçisidir ve dokunulmayacak olana, kutsal olana dokunma günahını işler, dengeyi bozar ve ölümlere yol açar.
Filmlerdeki bilim insanları hiçbir zaman tam bir bilim insanı değildir. Bilim insanının başvuracağı bilimsel kuralları uygulamaktan uzaktır. Sahte bir merak içinde etrafı kırıp döker ve sonunda tıpkı Charlie gibi bunu hayatlarıyla öder. Ama biz soralım, Prometeus’un ateşi verdiği insanlığın bilimi böyle mi olmalıdır? Eğer karşımızda bir bilimkurgu filmi varsa, ondan daha bilimsel bir tavır, bilimi ve bilim insanını daha objektif bir şekilde temsil etme görevi bekleyebiliriz. Prometheus bu konuda sınıfta kalıyor.
Bilimkurgu filmleri, tıpkı mitolojik hikâyelerde olduğu gibi bir arayışı konu alır. Hemen hepsinde insanlık bir aşamaya gelmiştir ve ilginç, tanımlanması güç bir şey anlaşılmak istenmektedir. Sonrasında bunu anlamak için bir grup insan toplanıp ilgili yere gönderilir. Metaforik düzeyde kendi dünyasında sıkışıp kalmış insanın yenilik arayışını simgeler bu durum. Bunun arka planında ise var olan durumdan duyulan bir hoşnutsuzluk gizlidir. “Yeni diyarlar“, bu hoşnutsuzluğun giderilmesi için bir “umut” yeridir. Prometheus’un sonunda Shaw şu sözleri rapor eder,
“Gemi yok oldu ve tüm tayfa öldü. Bu mesajı alıyorsanız başlangıç noktasına gelmeye kalkışmayın. Burada sadece ölüm var…”
Başlangıç noktası insanın varoluşudur. Prometheus insanın kökenini anlamak için çıkılan yolu simgelemektedir ve mürettebattan birisinin Shaw’a söylediği gibi “boynundaki haçı çıkarıp atma zamanı” gelmiştir. Shaw bir süre haçını “kaybeder“, ki bu süreç aynı zamanda felaketle yüzleştikleri aralıktır. Ancak “bilim insanı” Dr. Shaw, bu yolculuğun insana felaket getirdiğini çok geçmeden anlar. “Kaybettiği” haçını alıp boynuna takar ve yenilik arayışının gereksiz, insanlık için felaket olduğunu söyler; kendi yaratıcıları, Prometheus’lardan kalan son kişiyi de öldürmeye karar verir. Mitolojik hikâyelerde kahraman hiç değilse olgunlaşır, elindekilerin değerini anlar ve sonunda yeniden sıla hasretiyle evine döner, çünkü o “büyümüş”tür, gelişime ve dönüşüme uğramıştır. Bir bilimkurgu filmi olarak Prometheus gerici bir şekilde bize şu mesajı verir, “Yenilik peşinde koşma, soru sorma, geçmişi anlamaya çalışma, bu sana mutsuzluk verir”.
Bu mesaj elbette özgürleşimci bilimkurgu felsefesinin özüne aykırıdır. Ancak mevcut durum analiz edildiğinde, söz konusu mesajın ne kadar ideolojik olduğu anlaşılacaktır. Yani kendi gündelik yaşamından hoşnutsuz olan insana yeniliğin ve araştırmanın korku ve ölüm getireceği mesajının ulaştırılması, var olan düzeni ve etiği meşrulaştırmada önemli bir etkiye sahip olacaktır. Muhafazakarlık var olanı korumak ister, değişimden hoşnutluk duymaz. Eğer geçmişi anlamak bugünü değiştirecekse anlamamayı yeğler. Prometheus da bugünü korumak adına insandaki tüm araştırma güdüsünü yok etmeyi amaçlamaktadır. Tam da farklılığı anlamak için bu filmi izleyenlere “merak etme” demektedir. Yani Prometeus’un insanlığa verdiği umudu kaldırıp bir kenara atmaktadır. Prometeus’un çaldığı ateşi, uygarlığı ve en önemlisi soru sormayı bırakıp, ateşi yeniden tanrılara iade etmektedir. Filmde ne olgunlaşma, ne gelişim vardır. Hayata korkuyla bakıp kendi dünyasına hapsolma güdüsü ön plandadır.
Ne yazık ki Prometheus, isminin getirdiği çağrışımlara kulak tıkayan bir film. Zeus’un ateşin karşılığı olarak insanlara gönderdiği Pandora’nın Kutusu olarak kökleri anlamaya dönük bilişsel serüven, Scott’a göre ritsel bir yapıya bürünüyor ve Yaratık (Alien) serisi tam da bu rit/kurban ilişkisini telafiye çabalayan amaca hizmet ediyor.