Sinemanın Ünlü Canavarları

En temel korku kavramlarından biri olan “canavar” olgusu, tartışmasız sinemanın da en büyük ilham kaynaklarından biri. Sinemanın, kuruluşundan itibaren birçok farklı türlere ayrılmasıyla birlikte, korku, macera, komedi ve bilimkurgu alanında değişik canavarlarla karşılaştık. Korkmayı ve korkutulmayı seven sinema izleyicisi için canavar teması her daim çekiciliğini korumuştur. Özellikle felaket sonrası distopya öykülerinde, nükleer felaket sonrasın mutasyonları ve yabancı gezegenlerdeki yaratıkları sıkça görmekteyiz. İlk başlarda orijinal olan bu üç bakış açısı, zamanla kaçınılmaz olarak klişeleşerek sinema sektöründe kendini tekrar eden bir hale geldi. Artık izleyici bilimkurgu yapımlarında her keşfedilen yeni gezegende yaratık görmekten bıktı.

Bu durum şunu hatırlatıyor; son yıllarda yeniden çevrimlerin sayısı bir hayli arttı. Klişeleştiğinin farkında olan film sektörü, bu klişelerin içinde boğuluyor. Sözde yeniden klonlanan filmlere yeni yönetmen ve genç oyuncularla birlikte sektör taze kan ve bir hareketlilik çabaları çoktandır işe yaramıyor. George Miller son eseri Mad Max: Fury Road ile yeniden çevrim kavramını şimdilik değiştirdi. 1979’taki orijinal hikâyeyi tekrar anlatmaktansa daha ileri bir zaman dilinde geçen köklerine bağlı, yeni karakterleri ve öyküsüyle taptaze bir ürün sundu. Sevimli canavarlarımızın da artık taze öykülere ihtiyacı var.

maxresdefault

Sinemanın ünlü canavarlarına geçmeden önce biraz da kedi korkularımız ve yarattığımız canavarlara bakalım. Geçmişe dair olan anılarımızda pek çok unutulmayan olayların temelini, korku ögesi oluşturuyor. Yaşamımızın bazı dönemlerinde, korkma ve korkutma ihtiyacı duyabiliyoruz. Bu ihtiyacımızı en kolay sinema salonlarında tatmin edebiliyoruz. Ailelerimizin çocukken uyumamız için bizlere söyledikleri korkunç şeyler, hayal gücümüzün renklenmesine etki etti. Birçoğumuz, yatağımızın yanı başındaki dolabımızın içinden bir canavarın çıkmasını bekledi, bazılarımız karanlık köşelerden uzak durarak hayaletlerden kaçındı ve bir uzaylı tarafından kaçırılmamak için pencerelerimizi sıkı sıkıya kapattık. Bunlar neticesinde, zihnimizde türlü canavar ve uzaylı tasvirleri hayal ettik. Çocukken büyüklerimize sorduğumuz “uyanırken gözümüzde neden çapaklar oluşuyor?” sorusunun karşılığı, şeytanlar yaladığı içindi. Bu ve benzeri örneklerle karşılaşan çocukların “canavar” psikolojilerini bir düşünün. Çocukluk ve ergenliğimizde canavarlı filmleri sevmemiz belki de kendi hayal gücümüzde yarattıklarımıza en yakın olanını bulmak içindi.

Sinema tarihinde birçok klasikleşen esere şahit olan biz izleyiciler, aynı zamanda popüler kültürde ikonlaşmış canavarları da (Frankenstein, King Kong, Alien…)  sahiplendik.  Amerika’nın kendi gücünü ve şaşasını temsil eden King Kong’u (1933) varsa, okyanusun öte tarafı Japonya’da ise bu güce başkaldırabilecek olan Godzilla (1954) var. Bu dev kertenkeleyi andıran varlık, Amerika’nın Japonya’da kullandığı nükleer saldırılar sonucunda mutasyona uğramış bir yaratıktı. Nihayetinde iki eski düşman devleti temsil eden bu iki yaratığı 1962 yılında Kingu KonguTai Gojira (King Kong Vs. Godzilla) yapımında karşılıklı olarak savaşırken de gördük. Japon yapımı olan bu eserde galip gelen tarafı tahmin etmişsinizdir. Godzilla vs. Mechagodzilla (1974) filmiyle seri bili kurgu semalarına da el atmış oldu. Stop Motion tekniğiyle kotarılmış olan King Kong, gösterime girdiği 1933 yılında tüm Dünya’da büyük ilgi görmüş ve canavar filmi olmasına rağmen bu duygulu dev goril, izleyicilerin gönlünden kopmamacasına yer etmişti. Eserin son sahnelerinde Kong’un Empire State binasının tepesine çıkıp gövde gösterisi yaptığı sahneyi alt metin olarak ele alırsak, Amerika’nın Dünya’nın süper gücü olduğu imajına yapılan bir atıftı belki de. İşte bu süper güce karşı olarak getirilen Godzilla’nın çıkartılması hayli manidardı.

why-godzilla-vs-king-kong

Ünlü yazar Mary Shelley’in romanından uyarlanan Frankenstein (1931), canavar olgusuna en insani boyutta ele alan bir eserdi. Hastalıklara karşı mücadele için deney amaçlı topladığı ceset parçalarını birleştirip kendi geliştirdiği cihazla ölüyü canlandıran Doktor Victor Frankenstein, istemeden de olsa kendi canavarını yaratmıştı. Frankenstein’in önemi, tekrar diriltilen varlığın salt canavar olması değil, bilakis toplumun bu varlığı dışlayıp canavarlaştırmasıdır. Toplum nezdinde dışlanıp ve yalnızlığa sürüklenenin suça itileceğinin bir tespitidir. Usta oyuncu Boris Karloff’un hayat verdiği bu isimsiz varlık, gösterime girdikten sonra popüler kültür içinde kendisine zorlanmadan yer edindi. Günümüzde dahi Frankenstein’in canavarı halen bilinmektedir.

Bu tür içinde diğer popüler olansa, Kurt Adam’dır. Sinema tarihinde aralıklarla karşımıza çıkmış olan kurt adam da en çok kullanılanlardan biri. Kurt Adam, ilk kez 1941 yılında George Waggner yönetiminde “The Wolf Man” ismiyle karşımıza geldi. Kurt adam filmlerinin izleyici nezdinde en favori anlarını, karakterin kurda dönüştüğü sahneler oluşturuyor. Sinema tarihinde bu dönüşümü gerçekçi olarak verebilen ilk yapım “An American Werewolf in London’dı” (1981). Yapımda karakterin ilk kez dönüşüm geçirdiği sahne o denli gerçekçiydi ki eser halen bu plan ile hatırlanmakta. Karakterin değişim geçirip bir canavara sonrasında tekrardan normale dönüşü, “kurt adam” karakterini benzersiz kılmakta. Dolunayın, kurt adamla özdeşleşmiş olması bu dönemlerde dışarıya çıkan kitleleri ister istemez halen tedirgin edebilmekte.

Kurt Adam

Kurgu ürünü olduğu bilinmesin rağmen, kurt adam mitosunun ilginç bir diğer özelliği ise bu durumdan mustarip karakterlerin görece iyi diyebileceğimiz kişiler olması. Gerçek yaşantısında öfkesini dışarıya pek vuramayan kurt adam karakterleri, dönüşüm geçirdikten sonra umarsızca ve de öfkesini kusarcasına karşılarına çıkan her şeyi parçalayıp yok etmektedirler. Ortaya çıkan şiddet durumu bir nevi bilinçaltının dışavurumudur. Bilimkurgu türünde henüz karşımıza çıkmamış olan kurt adamın, bu alanda ortaya çıkmaması için bir sebep yok. 2001 yapımı 13. Cuma filmi Jason X’te ölmek bilmeyen meşhur seri katilimiz, kendisini gelecekte bir uzay gemisinde bulur. Zamanında hükümet tarafından yakalanıp dondurulup bir şeklide 2400’lü yıllara bir uzay gemisinden çözünüp sağ kalmayı başarır. Bu arada teknolojinin getirdiği imkânlarla modifiye olma şansına da nail olur. Ne yazık ki Jason X, 13. Cuma serisinin içinde en utanç verici olanıdır.

Bilimkurgu sinemasının en bilinen ve yaratıcı anlamda kusursuz diyebileceğimiz iki yaratığı Xenomorph (Alien 1979) ve Predator’dür (1987). Hr Giger’in Ridley Scott’un Alien projesi için tasarımını yaptığı Xenomorph, o denli orijinal ve seksi bir tasarımdı ki, halen bile görünüş olarak Dünya dışılık bakımından inandırıcılığını korumakta. Yaratığı orijinal yapan tasarımının harikalığıdır. Ağzının içinden çıkarak uzayan başka bir ağzının bulunması, görünen bir gözünün olmaması, kan yerine asit ihtiva etmesi ve ölümcül kuyruğu gibi özellikleriyle Xenomorph, kuşkusuz sinema tarihinin en korkutucularından. Ridley Scott’un Alien projesinden önce Giger’in bir resminden etkilenmiş olması önem taşır. Biyomekanik bir varlığın olduğu portre Xenomorp’un erken dönem tasarımıdır. Sonrasında Giger, film için tasarımı daha da geliştirecektir.

Xenomorph

Predator ise, 1987 yılında gösterime girdikten kısa sürede kült olmuş bir yapım. Sıradan bir savaş filmi gibi başlayan yapımda, askerlerin gizli bir operasyon için bulundukları balta girmemiş ormanda bir süre sonra onlara gizemli bir varlık musallat olur. Hayli zeki olan bu varlık, askerlerden her birini gün aşırı avlamaktadır. Avlanmak ve kendini geliştirmek için Dünya’ya gelen bu varlık, aynı zamanda kendi ırkına karşı da kendisini kanıtlama gayesi taşır. Yaratığın yüzünü saklayan karizmatik maskesi ve omuzundaki hareketli silahı onun en dikkat çekici özelliğiydi. Bu yaratığı da seyircinin bağrına basmasının sonucunda yapımcılar, daha önce çizgi roman serisi olarak yayımlanan, Alien vs. Predator (Alien Predator’e Karşı) yapımını 2004 yılında beyazperdeye sundular. Yapım sadece türün hayranlarına hitap etmekteydi.

Robert Rodriguez yapımcılığında ve Nimrod Antal yönetiminde gerçekleştirilen Predators (2010), orijinal yapımdan sonra çekilenlere göre daha eli yüzü düzgün görünüyordu. Bu sefer nerede olduğu belirtilmeyen başka bir gezegende hayatta kalmaya çalışan bir grup seçilmiş insanın hikâyesi anlatılır. Bu gezegen Predator’lerin avlanma alanıdır. Getirilen insanlar Dünya’da çeşitli suçlara karışmış problemli insanlardır. Predator’ün en karakteristik özelliği silahsız ve savunmasız insanlara dokunmamasıydı.

Aliens_vs_Predator_-_E3-Xbox_360Screenshots16869AVP_E3_Online_2

John Carpenter klasiği The Thing (1982), kutup bölgesinde araştırma ekibine musallat olan bir virüsü konu alır. 1951 tarihli The Thing From Another World’un yeniden çevrimi olan yapım, öncülünden çok daha başarılı. Araştırma ekibi uzun zaman önce düşmüş olan bir UFO keşfeder. Keşif sonrası yayılan virüs ekip bireyleri üzerinde farklı bir mutasyon etkisi yaratacaktır. Ekibin virüsten etkilenip, farklı bir şeye bürünmeleri bir tasvirdir. Söz konusu virüs bir yaşam tohumu görevini üstlenir. Yerleştiği organizmada geldiği yerdeki bir yaşam formunun bir örneğini gösterir. Çünkü değişim geçiren her bir karakter farklı bir yaşam formu şekline bürünür. Kimisi örümcek, sürüngen gibi… UFO’nun geldiği yerin nasıl bir yer olduğu konusunda bu şekilde bir fikirde bulunabiliyoruz. Dünya dışı araç, belki de yok olan yaşamının tohumlarını farklı bir gezegene ekecekti.

Sinema tarihinde kimi filmlerde anlıkta olsa gözüküp hafızalarda yer etmiş varlıklar da vardır. Star Wars: Episode 6’da Boba Fett, Han Solo’nun müdahalesiyle düşerek çöl yaratığı Sarlacc tarafından yutulur. Çölde çok dişli avını bekleyen bir ağız diyebileceğimiz Sarlacc’ın, yapım aşamasındaki çıkış noktası böcek yiyen bitkilerdir. Sarlacc’ı meşhur eden şey ise karizmatik Boba Fetti yutup bir de üzerine geğirmesidir. Serinin fanları tarafından çok sevilen Boba Fett’in, Han Solo’nun kurtarılma sahnesinde öldürülüşü aynı zamanda kötü çekilmiş bir sahnedir. Mizansenler ve kurgusu çok kötü yaratılmış ve yapımcılar sanki Boba Fett’in bir an önce ölmesi için kumpas yapmak istemiş.

Sarlacc

Sinema tarihinde çeşitli film türlerinde karşımıza çıkan çeşitli canavar ve yaratıklar zaman içinde kendi hayran kitlelerini oluşturdu. “Gremlins” (1984) gibi yapımlardaki sevimli diyebileceğimiz küçük canavarların çocuklar tarafından sevilmesi sonucunda bu varlıklar, oyuncak sektöründe de kendilerine rahatlıkla yer bulabiliyorlar. Türün meraklıları, yalnızca filmle yetinmeyip o eserlerin çizgi romanlarına, figürlerine ve farklı materyallerinin de peşlerine düşüyorlar. Çocukluğundan beri hayal gücünü sürekli yenileyen sinemaseverlerin bir yaratık figürünü çok sevmeleri, belki de onların kafalarında yarattıkları heybetli canavara görünüş olarak en yakın olanıdır. Kimimiz çocukluğunda Hans and Gretel, Smurf ve Polyanna ile büyüdü; kimilerimiz ise King Kong, Godzilla, Alien ve Predator ile. İlk grupta adını saydığım eserler artık ortalıkta olmasalar da ikinci gruptakiler halen güncelliğini korumakta ve yeni projelerle karşımıza çıkmaya devam etmekteler…

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

Birinci Sezonuyla Monarch: Legacy of Monsters

Ishirô Honda’nın yazıp ve yönettiği Gojira (1954) sadece Japonya’da değil, okyanusun öte taraflarında da büyük …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et