Sinemada Erotizm

Kendi içinde birçok alt türe ayrılan sinema sanatında macera, bilimkurgu ve komedi gibi ana akım türlere ait eserlerin yanı sıra, bağımsız sinemanın özgürlükçü ruhu gereği belli türlere sokulamayan eserler de mevcuttur. Ana akım türlerin oluşumu, yedinci sanatın kurulduğu ilk yıllarda şekillenmişti bile. Erotizmin ileride başlı başına bir sinema türü olacağı da şüphesizdi. Erotizm, bir alt tür olmayıp, ana akım türlerinin hemen yanındadır. Başlı başına bir tür sinemasıdır ve günümüze değin bu türde birçok klasik eser verilmiştir. Erotik sinema, porno sektöründen ayrı değerlendirilmesi gereken ve aralarındaki ayrımın yapılamaması nedeniyle de zaman zaman yanlış anlaşılan bir tür olmuştur. Paul Verhoven (Temel İçgüdü – 1992) ve Adrian Lyne (9 1/2 Hafta – 1986) gibi usta isimler, bu türde yapılmış modern klasikleri sinemaya kazandırmışlardır. Erotik unsurları içeren yapımları salt erkek egemen sisteme mal etmek çok yanlış bir bakış açısıdır. Aksine bu tür yapımlarda karşılaştığımız ana unsur, kadının ataerkil dünya içindeki yeri ve bu dünyada kendi tavrını ortaya koyarak özgürce yaşadığı cinselliğidir.

Dünya tarihinde ve dahi günümüzde, kadınlara karşı geliştirilen kısıtlayıcı ve baskıcı tutumların, sadece az gelişmiş toplumlarda değil, gelişmiş toplumlarda da yer aldığı görülüyor. Bu özgürlükten çekinen ve bu özgürlük karşısında ürkek bir tutum sergileyen tutucu toplumlarda, kadın olarak var olmak hayli zorlu bir durum. Kadının toplum içinde olması gerektiği düşünülen yer ve oynamak zorunda bırakıldığı rol, okul öncesi eğitim döneminde bile çocuklara öğretilmekte. Çocukların eğitim hayatlarının ilk yıllarında okutulan kitapları incelersek, onların kişiliklerinin ve hayata karşı olan bakışlarının şekillenmesinde etkili olan temel eğitim kitaplarının ataerkil bir bakış açısıyla yazılmış olduğunu; baba karakterinin patron, anne karakterinin ise itaatkâr olarak betimlendiğini görürüz. Bu tarzda yetiştirilen kız öğrenciler, biraz da kendi ailelerinin üzerlerindeki etkisinden ötürü, kendilerine biçilen sosyal rol ve sınıfı doğru olarak kabul edecek, geleceklerini ilgilendiren yaşam çizgilerini de bu doğrulara göre belirleyeceklerdir. Bu sistemin yanlışlığının farkında olanlar, özellikle sanat alanında verdikleri vurucu eserler ile toplumlardaki uyanışa aracılık etme görevini üstleneceklerdir. Sinema sanatında işlenen cinsellik teması bu dışavurumcu tavrın bir uzantısıdır.

Lars Von Trier’in “Dogma” klasiği olan Idioterne (Geri Zekâlılar – 1998) isimli filmi, erotik sinemanın da uçlarında, zaman zaman pornografiye kayan bir görsel biçime sahip. Film boyunca, sistemin dışında, genel kabul görmüş sınıflandırmalara uyum sağlayamamış, birbirleriyle aynı kafa yapısına sahip olan bir grup insanın, bir evde çırılçıplak vaziyette geri zekâlı taklidi yaparak yeni bir sosyal sınıf yaratma çabalarını izleriz. Çıplak olmaktaki amaç, kadın – erkek ayrımından kurtulup tek bir cinsin biçimine bürünmektir. Geri zekâlı gibi davranmak ise, aslında karakterlerin kendilerinin değil, bağlı oldukları toplumun zekâ özürlü oluşunun bir tür dışavurumudur. Von Trier, toplumların baskıcı ve ön yargıcı tutumlarına dikkat çekmek istiyor.

Karakterlerin geri zekâlı gibi davranmaları, temelde, insanların otoritenin istediği gibi yaşadığı ve kalıplaşmış değer yargılarının dışına çıkmanın bir tabu olarak görüldüğü ile ilgilidir. Çekimlerinde, oyuncular haricinde tüm set çalışanlarının da -yönetmen dâhil- çıplak olarak bulunduğu Geri Zekâlılar, toplumsal değer yargılarına ve tutuculuğa karşı çıkan devrimsel bir duruştur. Güncelliğini halen koruyan yapım, Trier’in en tartışmalı işlerinden.

Bir Adrian Lyne klasiği olan, 1986 tarihli Nine 1/2 Weeks (9 Buçuk Hafta), erotik sinemanın günümüzde en çok bilinen ve kadının cinsel özgürlüğünü en iyi ele alan yapımlardan. Bir başyapıt olmasa da, 80’ler gibi, kadınların da kendi ekonomik özgürlüğüne sahip oldukları, kendi ayakları üzerinde durdukları ve cinselliklerini istedikleri gibi yaşayabildikleri bir dönemde yapılmış olması açısından önemlidir. Adrian Lyne, kariyeri boyunca güçlü kadınlara önem vermiş ve bunu sinemasına yansıtmış bir isim. Eserlerinde feminist bir bakış açısı benimsememiş, fakat kadının erkek karşısındaki güçlü duruşuna vurgu yapmıştır. Onun sinemasında, erotizm bir araç görevi üstlenir. Karakterlerin yaşadıkları cinsel keşif ve beraberlikler, karakterlerinin kendilerine olan güvenlerinin artmasına yardımcı olur.

İş yaşamında başarılı fakat cinsel yönden tecrübesiz olan Elizabeth (Kim Basinger), bir gün tesadüfen John (Mickey Rourke) ile tanışır. Elizabeth, kendine güveni tam, çekici ve karizmatik biri olan John’dan hemen etkilenir. Adrian Lyne, kadının yakışıklı bir erkekten etkilendiği klişeyi filme bilinçli olarak yerleştiriyor ve ataerkil bakış açısını filmin sonlarında ters yüz ediyor. Elizabeth, John ile paylaştığı cinsel deneyimler ile yeni fanteziler ve keşiflerle tanışıyor ama zamanla John’un göründüğü kadar güçlü olmadığı gerçeğine de ulaşıyor. Yapımın sonlarında, başlarda olduğundan daha güçlü bir özgüvene sahip olan Elizabeth ile karşılaşıyoruz. Her istediğini elde edebilen erkek dünyasını temsil eden John, karşısındaki kadının özgüveni ve güçlülüğü karşısında fazla ayakta duramıyor ve kurtuluşu ondan kaçmakta buluyor. John, filmin sonlarında temsil ettiği değerleri tümüyle tepetaklak ediyor. Tutucu toplumlarda görülen, cinsellik ve özgürlük gibi haklara yasak koyma çabaları, aslında onların göründükleri kadar güçlü olmadıklarını ve bu yasakların toplumsal zayıflıklarının bir ürünü olduğunu gösterir.

70’lerde, Türk sinemasında yaşanan seks filmleri furyası düşündürücü bir dönemdir. Herhangi bir sosyal tespit yapma ve alt metne sahip olma kaygısından uzak olan bu yapımların yapılış nedeni para kazanma hırsıydı. Birçok değerli oyuncumuzun da içinde bulunduğu bu yapımlar, Türk sinemasına ciddi anlamda zarar vermişti. Kadın cinselliğinin ön planda olduğu, ucuz diyaloglara sahip bu yapımlar, günümüzde bile birer külte dönüşme potansiyeline sahip değiller ve yalnızca bu filmlere ait ilginç afiş çalışmaları ile hatırlanmaktalar. Bu yapımlar, gösterimlerde ciddi anlamda gişe başarısı elde etmişlerdi ama neticede, Türk sineması kendisini ancak 90’larda toparlayabilmişti. Bu furyanın ortaya çıkışı toplumda yaşanan cinsel açlığın bir sonucu gibi algılansa da, aslında birçok yönden tıkanan Türk sinemasının girdiği bir arayıştan ibarettir. Merhum yazar Metin Demirhan ve usta kalem Giovanni Scognamillo’nun “Erotik Türk Sineması” başlıklı kitapları, bu konu ile ilgili hazırlanmış en kapsamlı çalışmalardan biridir.

Çok iyi bir gözlemci olduğuna inandığım usta yönetmen Şerif Gören’in “Güneşin Tutulduğu Gün” adlı eseri, erotik sinemanın sınırlarında gezinen ve Türk sineması adına verilmiş en başarılı eserlerdendir. Muhafazakâr diyebileceğimiz Türk aile yapısını ve gözü yükseklerde olan bir genç kızı konu edinen yapım, 80’ler Türkiye’sinin gerçekçi bir sosyal ve ekonomik profilini ortaya koyuyor. Muhafazakâr çevrede yetişen bir kızın cinselliği keşfedişini ve Türkiye’de kadın olmanın zorluğunu abartısız bir gerçeklikle bize sunuyor. Ailenin “Başkaları görürse ne der?”, “Hal ve hareketlerimize dikkat edelim” felsefesi ile yaşamını idame ettirmesi, genç kızın ve onun erkek kardeşinin üzerinde, sosyal anlamda bir baskıya neden olur. Gören, sosyal baskının bireyleri yanlış yola itebileceği ve ailelerin çok övündükleri muhafazakârlığın, bir gün mutlaka ters tepeceği öngörüsünde bulunuyor. Erkek kardeşin cinselliği merak ettiği için seks filmlerine gitmesi tabuların bir sonucu iken, fakir genç kızın hayallerinin peşinde koşarken kötü yola düşmesi ise empoze edilen renkli, boyalı ve yapay yaşam fantezilerinin bir sonucu… Kadının bindiği toplu taşıma araçlarında ve yürüdüğü yolda sözlü tacize uğraması belirginleşen bir açlığın neticesi. Şerif Gören, eserini melodrama hiç girmeden, neredeyse bir belgesel gerçekliğiyle beyazperdeye aktarıyor.

İnsan doğasının en temel dürtülerinden olan cinselliğin sinemada başlı başına bir tür olarak yer alması son derece doğal ve gereklidir. Öpüşme sahnesinin bile tabu olduğu (ilk dönem sinema izleyicileri öpüşen iki insanı hayatlarında ilk kez beyazperdede gördü) zamanların ardından bu durum aşıldı. Orta çağda, tiyatro gösterilerinde kadınları bile erkekler canlandırırdı. Erotizmin sinemaya yansıması, kadın cinselliğine karşı duyulan korku ve çekincenin de aşılmasıdır aynı zamanda. Buradaki ince detay, eserlerde kişilerin cinsel birer obje olarak gösterilmesi değil, cinsellikle de devrimin olabileceği, cinsel anlamda yaşanan özgürlüklerin ve en önemlisi cinselliğin, toplumsal yaşamın bir gerçeği oluşudur. 68’kuşağını ele alırsak; bu hareketin temeli bireysel ve cinsel özgürlüktür. Çiçek çocuklarının kazandığı ve tüm dünyaya armağan ettikleri bir zaferdir. Eserlerde cinsellik temasının özgürce kullanılabilmesi bu devrimin bırakmış olduğu mirasın bir sonucudur.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

T-1000’den Öte Bir Öykü: Robert Patrick

Sinema dünyasında yer edinebilmek ve sonrasında kalıcı olabilmek için mücadeleler veren sayısız oyuncu var. Çoğu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et