Star Wars serisinden bir film izlerken, gördüklerinizi sorgulamayı bir kenara bırakmanız gerekir. Karakterler, bir şeyleri hareket ettirmek için sihirli beyin güçlerini kullanır, ışın kılıcı diye bir icat vardır ve tüm galaksiye yayılmış medeniyetler görürüz. Ama bütün bu fantastik görünümüne rağmen, bunların bir zamanlar evrenimizin bir yerinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmek mümkündür. Patrick Johnson‘ın “The Physics of Star Wars: The Science Behind a Galaxy Far, Far Away” adlı kitabından yararlanarak bunun nasıl mümkün olduğunu açıklamaya çalışalım.
A New Hope‘un başlangıcından itibaren, bize Yıldız Savaşları’nın “uzun zaman önce, uzak, çok uzak bir galakside…” yaşandığı söylendi. Uzun zaman önce yaşanmasına rağmen, söz konusu galaksi olgunluk çağında olduğu izlenimi vermekte. Hâlihazırda oluşmuş milyarlarca yıldıza ve yıldızlararası ulaşım kabiliyetine ulaşmış yüzlerce akıllı türe sahip. Star Wars’un hangi galakside geçtiğine dair beyin jimnastiği yaptığımız yazımıza da bir göz atabilirsiniz. Peki, evrenin tarihinde “uzun zaman önce” ne zamana tekabül eder? Star Wars evreni bir paralel evren olabilir mi? Ya da belki de tüm destan, tamamıyla Büyük Patlama‘dan önce gerçekleşmiştir? Bu mümkün olabilir mi?
Elimizdeki en iyi teoriler, evrenimizin yaklaşık 13,7 milyar yaşında olduğunu gösterir. Yıldız Savaşları galaksisinin evrenimizde olduğunu varsayarsak, evrenimizin tarihinde Yıldız Savaşları’nın ne zaman gerçekleşmiş olabileceğini belirlemek için birkaç göstergeye ihtiyaç duyarız. İlk galaksiler, büyük patlamadan yaklaşık 1 milyar yıl sonra oluştu, yani bu evvela 1 milyar yılın geçtiği anlamına gelir. Filmler, olgun gezegenlere ve akıllı yaşam formlarına sahip birçok yıldız sistemini tasvir ediyor. Güneş Sistemi’nin oluşmasının yaklaşık 500 milyon yıl sürdüğü ve 4,6 milyar yıl önce oluştuğu düşünülürse, Yıldız Savaşları’nın ilk galaksinin oluşumundan yaklaşık 5 milyar yıl sonra gerçekleştiğini varsaymak mantıklıdır.
Ayrıca filmlerde birçok farklı şekil ve türde, tamamen gelişmiş çok hücreli canlılar da mevcut. Tek hücreli organizmaların çok hücreli organizmalara evrimleşmesi yaklaşık 2 milyar yıl aldı ve bunların canlı olarak kabul edebileceğimiz yaşam biçimine gelmesi 1 milyar yıl daha sürdü. Dünya’da yaşamın gelişmesi milyarlarca yılı bulsa da bu, sürecin her zaman milyarlarca yıl alacağı anlamına gelmez. İlk ökaryotik hücrenin, prokaryotik bir hücreye giren ve konakçı hücre tarafından yok edilmek yerine simbiyotik olarak yaşayan bir bakteriden oluştuğu düşünülmektedir. Bu, gerçekleşmesi milyonlarca yıl süren bir rastlantıydı. Bu olay prokaryotik yaşamın ilk gününde gerçekleşmiş olsaydı, evrim için gereken zaman dilimini önemli ölçüde kısaltabilirdi. Velhasıl bu, Star Wars’ın büyük patlamadan en az 9 milyar yıl sonra gerçekleşmesi gerektiği anlamına gelir.
Bu, zamanımızdan yaklaşık 4,7 milyar yıl öncesine denk düşüyor. Bu sebeple hâlâ “uzun zaman önce” sayılabilir, ancak şüphesiz şimdiki zamana, Büyük Patlama’ya olduğundan daha yakın. Star Wars galaksisinin evren tarihinde nerede olduğunu bulmak, gezegenlerin gelişim süreçlerini saptamaya çalışmaktan daha zordur. Örneğin, seride birçok karasal (kayalık) gezegen ve birkaç gaz devi görüyoruz. Mustafar gibi bir gezegen volkanik olarak oldukça aktif ve yüzeyinde lavlar akıyor. Mustafar, muhtemelen gelişiminin en erken aşamalarındadır. Ona keza, Hoth bir buzul çağının ortasında, Dünya benzeri bir gezegen olabilir. Yıldızından uzakta soğuk bir gezegen olması daha olasıdır, ancak Dünya’nın birkaç buzul çağından geçtiği düşünülürse ilk ihtimal hâlâ geçerlidir.
Dünya da bir zamanlar Mustafar gibi bir volkanik karmaşaydı. Erimiş bir çekirdeğe sahip erken karasal gezegenler, Mustafar benzeri bir aşamadan geçer. Bu gezegenlerin, özellikle yaşamlarının erken dönemlerinde ısıyı dağıtması gerekir. Volkanik püskürmeler bu amaca hizmet eder ve bir atmosfer oluşturmaya yardımcı olur. Volkanik püskürmeler yoluyla dışarı atılan moleküller, gezegenin oluşum aşamasındaki çarpışmalardan kaynaklanan ve çökmekte olan bir toz küresinin içinde hapsolur. Sonunda, ısı ve toz dağılır ve volkanizma yerleşir. Yani “uzun zaman önce” kısmı mümkün; ama eğer Star Wars galaksisi evrenimizde yer alıyorsa, neden Collapsium, Tibanna ve Baradium gibi tüm kurgusal elementleri bulamıyoruz? Bunun iki olası cevabı var: Ya doğada atomik hâlde bulunmuyorlar ya da bunlar henüz keşfedilmemiş, daha büyük atom numaralarına sahip elementler. 2016 itibariyle 118 element keşfedildi ve pek tabii Tibanna aralarında yok. Bu elementler şayet varsa, keşfedilen en ağır elementlerden daha ağır olmaları gerekir.
Yine de, hiç atomik olmamaları mümkündür. Atomları her şeyin yapı taşları olarak düşünüyoruz, ancak bu tanımın dışında kalan bir sürü parçacık var. Tibanna, keşfedilmeyi bekleyen bir tür atomaltı parçacık da olabilir. Esasında, Tibanna ve diğerlerinin aslında henüz keşfedilmemiş ağır elementler; yani daha büyük atom numaralarına sahip elementler olduğu fikri pek olası değildir. Sebebini açıklamak için radyoaktif bozunmayı tartışmamız gerekiyor. Bazı elementler, kararsız atomaltı parçacık düzenlemelerine sahiptir. Bu da radyoaktif bozunma adı verilen bir süreçte bu tür parçacıkların kaybolmasına yol açar ve orijinal formunun, elementin daha az kısmında bulunmasına sebep olur. Daha büyük atom numaralarına sahip kararsız atomlar daha hızlı bozunma eğilimindedir.
Atom numarası 92 olan Uranyum, laboratuvar sentezi yoluyla keşfedilmemiş en büyük elementtir ve 69 ila 4.5 milyar yıl arasında bir yarı ömre sahiptir. Yarı ömür, maddenin yarısının ne kadar sürede bozunduğunu ifade eder. Bu süre, elementin atom altı parçacıklarının nasıl düzenlendiğine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Periyodik tabloda sayı arttıkça, atomların yarı ömürleri önemli ölçüde kısalır. Örneğin, Uranyum’dan çok daha büyük bir elementin yarı ömrü yaklaşık 0,7 milisaniyedir. Yani Tibanna, belki de bu sebeple, muhtemelen çok kısa bir yarı ömre sahip olacak ve kimsenin onu fark edip keşfedebileceği kadar uzun süre var olmayacaktı. Tibanna gazının, galakside çıkarıldığı tek yer olan Cloud City’de bile uzun aramalar neticesinde bulunması gibi.
Yine de bu fikir tamamen imkânsız değil. 1960’larda Glenn Seaborg, keşfedilmemiş elementler teorisine yeni bir soluk getirebilecek, daha büyük çekirdekte bir “Kararlılık Adası” fikrini öne sürdü. Seaborg’un fikri, nükleer fizikte “sihirli sayılar” olarak bilinen bir kavramla ilgilidir. Tıpkı elektronların, çekirdeğin yörüngesinde dönerken doldurabilecekleri kabukları olduğu gibi, çekirdeğin içindeki protonlar ve nötronlar için de enerji kabukları vardır. Ve bir kabukta, elementin daha az reaktif olmasına sebep olan belirli sayıda elektron olduğu gibi (çünkü elektronlar bir kabuğu “doldurmuştur”), çekirdeğin olağanüstü kararlı olmasını sağlayan sihirli sayıda proton veya nötron da vardır. Ek sayılar önerilmiş olsa da, kabul edilen sihirli sayılar: 2, 8, 20, 28, 50, 82 ve 126’dır. Bu, henüz keşfedilmemiş olan 126 numaralı elementin çok kararlı olabileceği anlamına gelir. Yani var olsaydı, periyodik tablonun metal aralığında olurdu. Bu yüzden Tibanna’nın gaz olması pek mümkün değil, ama kim bilir? Belki Baradyum bu senaryoya uyabilir.
Yıldız Savaşları’nın paralel bir evrende gerçekleşmiş olması da mümkündür. Kuantum mekaniğinin bazı yorumları, evrenimizin sonsuz sayıda evrenden yalnızca biri olduğunu gösterir. Çoklu evren fikri, genellikle bir İsviçre peyniri parçası düşünülerek açıklanır. Her evren, peynirin dışa doğru genişleyen deliklerinden biridir. İsviçre peynirinin aksine, çoklu evrenin kendisi de genişler, bu yüzden evrenlerin hiçbiri, hiçbir zaman birbiriyle çarpışamaz. Bu diğer evrenlerdeki şeyler -fizik yasaları söz konusu olduğunda, bizim evrenimize özdeş olabilir. Diğer teoriler, aslında belki de tüm bu diğer evrenlerde, Pi sayısı gibi temel sabitlerin ve ışık hızının farklı olduğunu göstermektedir. Bu, evrenimizde gözlemlediklerimizden çok daha farklı davranışlara yol açabilir.
Yıldız Savaşları’nın Büyük Patlama’dan önceki bir zamanda gerçekleşmesi de mümkündür. Bu kulağa imkânsız bir teori gibi gelebilir, ancak Büyük Patlama, sadece tarihteki, mevcut fizik yasalarımızın işlemediği bir noktayı işaret eder. Büyük Patlama’dan önce de bir evrenin var olması mümkündür. Bu evren çok sıcak ve yoğun olurdu ve kendi üzerine çökerdi. Tüm uzay ve zaman tanınmaz bir şekilde parçalara ayrılmış olurdu. Bu sadece bir bilimkurgu senaryosu değil; bazı teoriler bunu ciddi olarak öne sürmekte. Bu teorilerin en kötü tarafı ise, bu evrenlerden birine seyahat edilmedikçe veya evrenimiz başka bir evrenle çarpışmadıkça asla doğrudan ispatlanamayacak olmalarıdır.