Stanislaw Lem’in Solaris Filmlerine Dair Görüşleri

Leh yazar, filozof ve fizikçi Stanisław Herman Lem (12 Eylül 1921 – 27 Mart 2006) dünyada en çok takip edilen ve bilinen bilimkurgu yazarlarından biridir. 1961 yılında çıkan Solaris kitabı büyük ses getirdi. Bu kitap dünya çapındaki şöhretine zemin sağlayan bir kilometre taşıydı. Solaris hafızanın tabiatı, duyusal deneyimler ve insanlar ile insan harici varlıklar arasındaki iletişimin yetersizliklerini ele alıyordu. Bu dev kitap aynı zamanda üç kez sinemaya uyarlandı. 1968’de bir Sovyet televizyon filmi olarak Boris Nirenburg tarafından çekildi. Sonra 1972’de Andrei Tarkovski tarafından da bir uyarlaması yapıldı. 2002’deki en yeni uyarlamanın yönetmenlik koltuğuna Steven Soderbergh, yapımcılık koltuğuna ise James Cameron oturdu.

Lem, bu üç film hakkında da oldukça olumsuz görüşlere sahipti. İlk yapım kitaba sadakat konusunda en önde olsa da, kalitesiz ve oldukça vasat bir filmdi. 1972 yapımı ise bir sinema dahisi olarak kabul edilen Tarkovski tarafından çekilmişti. Bu üç seçenek arasında, 1972 versiyonunun daha çok bilindiğini söyleyebiliriz. Lakin Lem, filmleri hiç beğenmemişti. Tarkovski’nin çektiğini bile. Bunun sebebini hakikatli bir eleştiri ile açıklıyor. Ona göre çekilen filmler Solaris gezegeninin dünya-dışı gizemini tasvir etmekte başarısız kalıyordu. Edebiyatın sinemaya karşı olan gücü de aslında burada gösteriyor kendini. Milyon dolarlık setlerde elde edemeyeceğiniz manzarayı, beş bin kelimelik bir hikayede yaratabilirsiniz, gerisi tahayyüle kalıyor.

Yazar, Tarkovski tarafından çekilen Solaris için şunları söylemişti:

“Bu uyarlama ile alakalı en temel iki eleştirim var. İlk olarak Solaris dünyasını görmek isterdim; lakin yönetmen filmin sinematik anlamda hafifletilmiş bir iş olduğunu söyleyerek bunu reddetti. İkincisi, Tarkovski’ye tartışmalarımızdan birinde söylediğim gibi, çektiği film Solaris değildi aslında, Suç ve Ceza’ydı. Filmde tüm gördüğümüz şey şu aşağılık Kelvin’in zavallı Harey’i nasıl intihara sürüklediği ve ardından onun yeniden beliren akla sığmaz görüntüsü ile güçlenen vicdan azabıydı. Harey’nin sonraki defalarda beliren görüntülere dair fenomenizm bana göre Kant’ın ta kendisinden alınmış bir örneklemeydi. Çünkü burada nüfuz edilemeyen öteki olarak “kendinden şey” var. Oysa benim romanımda bunlar tamamen farklı bir biçimde yönetilmişti. Ancak şunu da söylemeliyim ki, ikinci bölümün 20 dakikası dışında filmi izlemedim; ama yine de senaryoyu gayet iyi biliyordum. Çünkü Ruslar’ın yazar için ekstra bir kopya çıkarmak gibi gelenekleri var.

Elime geçen kopya tadımı epey kaçırdı. Tarkovski, Kelvin’in ailesini de filme dahil etmişti; hatta bir teyze bile vardı. Ama her şeyden önde anne figürü geliyordu, çünkü anne mat’dı ve mat da Rossiya, Rodina, Zemlya’ydı. (Rusya, Anavatan, Toprak). Beni bayağı çileden çıkardı bu. Artık aynı faytonu farklı yönlere çeken iki at gibiydik. Tarkovski, Uzayda Piknik’e dayanarak Stalker filmini çekerken aynı şey, tesadüfen, Strugaskiler’e de oldu. Tarkovski bana Turgenev zamanından bir çavuşu hatırlatıyor. Çok hoş, çekici ve aynı zamanda vizyon sahibi olsa da kolay anlaşılan biri değil. Onu bir yerde yakalayamazsınız, çünkü çoktan başka bir yere gitmiş olur. Adamın kişiliği basitçe böyle ve bunu anlayınca alınganlığı da bıraktım. Bu yönetmen yeniden biçimlendirilemez, kimse onu bir şeyi yapmak konusunda da ikna edemez, çünkü ne yapıp ne edip yine kendi bildiğini okuyor.

Bilişsel ve epistemolojik hususlar kitabımda son derece önemli bir yer tutuyordu ve bunlar Solaris literatürü ile Solaris bilimine sıkı sıkıya bağlıydı. Lakin film tüm bu özelliklerden yoksun bırakılmıştı. İstasyondakilerin akıbetini küçük parçalar halinde ve kamera çekimleri ile keşdefiyoruz, lakin bunlar varoluşsal bir çeşit anekdot olarak kalmamalıydı, daha büyük bir sorunun cevabını aramalıydı. Mesela insanın kozmozdaki yeri vesaire… Kitabımdaki Kelvin hiçbir umudu olmadan yine de gezegende kalmaya karar veriyor, gel gelelim Tarkovski bir adanın belirdiği bir imge yaratmış ve bu adada bir kulübe var. Bu adayı ve kulübe olayını duyunca rahatsızlığım hat safhaya ulaştı. Bu sadece Tarkovski’nin karakterlerini içine gömdüğü duygusal bir sos. Hani zaten tüm o bilimsel manzaraları kesip attığını söylememe gerek yok. Bunun yerine dayanamayacağım kadar fazla garabet eklemişti.”

Lem başta bahsettiğimiz gibi Soderbergh versiyonundan da memnun değildi. Çünkü filmin orijinal bir yapım değil de, Tarkovski versiyonunun yeniden çekimi olduğunu düşünüyordu. Üstelik film, romanı tam anlamıyla tasvir edememişti. Orijinal metindeki vurgulardan, felsefeden uzaktı. O dev okyanusu insanlığın bir çeşit aynasına indirgemişti. İşte Lem’in 2002 versiyonu hakkındaki düşünceleri:

“Bu Tarkovski yeniden çekiminin galasından sonra film hakkında epey bir eleştiri okudum Amerikan basınında. Fikirler ve yorumlamalar arasındaki ayrım devasaydı. Şu Amerikalılar filmleri ilkokuldaki çocukların sınavlarını notlar gibi notluyorlar. Dolayısıyla Soderbergh’in Solaris’ine A veren de vardı, ama çoğunluk B vermekte karar kılmıştı, bir kısmı da C vermişti. Bazı eleştirmenler, şu New York Times’daki gibi, filmin bir aşk hikayesi, bir uzay romantizmi olduğunu iddia ediyordu. Filmi seyretmedim ve senaryoya da aşina değilim, dolayısıyla okuduğum eleştiriler harici pek bir şey söyleyemem. Ancak tek bildiğim şey kitapta insanların dış uzayda karşılaşabileceği erotik problemlere değinilmediğiydi.

Filmin yapımı konusunda herhangi akla yatkın bir şey söyleyemem. Kitap adeta herhangi bir planlama falan olmadan “içimden fışkırmıştı”. Öyle ki sonunu getirmekte bile zorlanmıştım. Lakin kitabı kırk yıl kadar önce yazdığım için bu günün perspektifinden onu çok daha objektif ve rasyonal bir yönden inceleyebiliyorum. Melville’in Moby Dick’ini karşılaştırmak için bir örnek olarak kullanabiliriz. Kitabın yüzeyinde bir balina avlama gemisinin hikayesi ve Kaptan Ahab’ın çirkin balina avlama işleri anlatılıyor. İlkin eleştirmenler romanı anlamsız ve başarısız buldukları için adeta imha etmişti. Sonuçta kaptanın büyük ihtimalle külbastıya ve varil varil hayvansal yağa dönüştüreceği bir balinayı kim umursar ki? Ancak çok büyük bir analitik eforun ardından eleştirmenler Moby Dick’in verdiği mesajın hayvansal yağ veya zıpkınlarla alakalı olmadığını keşfedebildi. Çok derin sembolik katmanların keşfinden sonra Melville’in kitabı kütüphanelerdeki “deniz maceraları” kısımlarından alınıp başka yerlere kondu. Eğer kitap bir erkeğin bir kadınla olan aşkını anlatsaydı, yani Dünya’da ya da uzayda geçmesi fark etmez, ismi Solaris olmazdı!

solaris 2002

Edebi araştırmalar konusunda uzmanlaşmış Amerikan Macar’ı Istvan Csicsery-Ronay analizine “The Book is the Alien” başlığını atmıştı. Aslında, uzayda ne insan ne de humanoid olmayan bir varlıkla karşılaşmak durumunda yaşanacakları sunmuştum Solaris’te. Bilimkurgu hep uzaylıların bize anlayamayacağımız türden bir oyun oynayacağını (bu oyun bazı zamanlar savaş stratejisidir) ve bir zaman sonra da bizim bu oyunu kavrayacağımızı düşünür. Gelgelelim ben bu yaratığa yüklenen tüm kişileştirmeleri kesmek istedim. (Bakınız Solaris Okyanusu) Böylece iletişim insanı takip edemez, hiç olmazsa ortaya çıksa bile son derece tuhaf bir biçimde olur. Romanda kullandığım metot yüz yıllar boyu Solaris’in yüzeyindeki okyanusu inceleyen insanların ilgisinin nelere yol açtığını göstermek oldu.

Ortada asında “düşünen” ya da “düşünmeyen” Okyanus diye bir şey yok, ancak Okyanus sahiden aktifti, bazı eylemleri kendi iradesiyle gerçekleştiriyordu ve de insan hafsalasına tamamen aykırı şeyler yapma kapasitesine sahipti. Nihayetinde yüzeyinde sürünen o küçük karıncaların ilgisini çok radikal bir biçimde çekti. Onların yüzeysel hareket tarzlarını, düzenlerini ve dilsel iletişim biçimlerini deşerek kendi yöntemiyle Solaris İstasyonu’ndaki insanların zihinlerine girdi. En derinde sakladıkları her şeyi açığa çıkardı: Rezil bir suç, hafızada bastırılmış trajik bir olay, gizli ve utanç verici bir arzu… Bazı durumlarda okuyucu neyin açığa çıkarıldığını fark edemiyor, tek bildiğimiz o şeyin büyük gizlerle bağlantılı bir çeşit cisimleştirme ve fiziksel yaratım kuvveti olduğu. Okyanus’un yaptıkları bilim insanlarından birini duygusal anlamda epey rahatsız ediyor ve intiharına neden oluyor. Öbürleri kendilerini izole ediyorlar. Kris Kelvin istasyona ulaştığı zaman neler olup bittiğini anlayamıyor: çünkü hepsi saklanmıştı ve koridorda “hayaletlerden” biriyle, Gibarian’ın intiharına neden olan saz etekli devasa siyahi bir kadın, karşılaştı.

Kelvin’in geçmişteki fevri ve düşüncesiz davranışları, sevgili karısı Harey’nin intiharına engel olmamıştı. Onu Dünya’da gömmüştü ve bir anlamda onu zihninde de gömmüştü aynı zamanda, ta ki Okyanus onu Solaris İstasyonu’nda geri hortlatıncaya kadar. Okyanus yaptığı şeyler konusunda son derece inatçı: İstasyondaki bilim insanlarına vicdan azabı çektiren o yaratıklar bir türlü ortadan kaldıralamıyor, hatta uzaya gönderilenleri bile geri geliyor. Kelvin önce Harey’i öldürmeye çalıştıysa da sonraları onun varlığını kabullenerek, Dünya’da terk ettiği rolü geri benimsiyor.

Solaris

Solaris Gezegeni’nin görüntüsü benim için çok önemliydi. Peki neden? Çünkü Solaris küresi jelatinle kaplı herhangi bir gök cismi değildi, bu yaşayan (insan olmasa da) bir varlıktı. Bizim anlayabileceğimiz herhangi bir şeyi ne inşa etti ne de yarattı. Dolayısıyla Okyanus’un iç benliğinin analizi yapılamazdı; onun yerine benliğiniğinin çalışmasını yansıtan nesnelerin tasvirleri almişti (imkansız bir görev). Bakışıkçaları, uzatankasları ve öykünceleri bu yüzden ortaya çıkardım. Bunlar fizikçilerin anlayamadığı tuhaf yapılardı. Bu şeyler ancak titiz matematiksel hesaplamalarla izah edilebilirdi. Bu da giderek büyüyen Solaris literatürünü oluşturdu. Yüzlerce yıllık birikimi içeren sayfalarda ne insan olan ne de insan aklına sığan şeyler yazılıydı, bunlar ne insan dillerine çevrilebilirdi, ne de başka bir şeye.

Eleştirmenlerden biri Tarkovski’nin Solarisi’ni bir kez daha görmeyi yeğlediğini itiraf etmişti. Öbürleri de yapımcının fazla para kazanmayacağını ve gişenin de pek kalabalık olmayacağını söylemişti. Bu film bilimkurgunun daha tutkulu bir türüne denk geliyor. Çünkü ne birileri öldürülüyor, ne yıldız savaşları var, ne uzay kurt adamları, ne de Schwarzenegger’in Terminatörleri. Birleşik Devletler’de genellikle her yeni filmin çıkışına çok katı beklentiler eşlik ediyor. Şunu da çok tuhaf buluyorum mesela, kitabım bayağı eski sayılır, yani neredeyse yarım asırlık. Bu süre günümüzde çok büyük bir şeye tekabül ediyor, yine de kitabım şu bahsettiğim beklentileri karşılamamasına rağmen birileri risk almak istiyor. (Yol boyunca belki biraz ürkmüş olabilir, lakin bu da benim tarafımdan ortaya atılan bir speküasyon.)

Kitap romantik-trajik bir biçimde bitiyor. Kız kendini yok etmek istiyor, sevdiği adamın anlaşılmaz bir güç tarafından incelenmesine alet olmak istemiyordu. Yok edilişi istasyon sakinlerinden birinin yardımıyla, Kelvin’e malum olmayan metotlarla gerçekleştirildi. Soderbergh’in filmi güya daha değişik, daha optimistik bir finale sahip. Eğer durum böyleyse bu Amerikalıların bilimkurgu düşüncesinde stereotiplere imtiyaz tanıdıklarını gösterir. Görünüyor ki bu derin, sarsılmaz düşünce izleri kaçınılmaz bir şekilde takip ediliyor, ya mutlu bir son var ya da bir uzay faciası. Bu da belki bazı eleştirmenlerin huzursuzluğunu açıklayabilir, çünkü onlar okyanus tarafından yaratılan kızın bir çeşit fury’ye, ya da cadıya, ya da büyülü bir varlığa dönüşmesini, ana karakteri yutarken de bağırsaklarından solucan ve öteki pisliklerin fışkıracağını düşünüyordu.

solaris

Solaris önümüzdeki senenin Berlin film festivaline gönderildi ve Polonya’da ancak festivalden sonra gösterime çıkacak. Polonyalı dağıtımcılar şimdiden filmin bir kopyasını elde etti ancak ben pek de bunu görmek niyetinde değilim.  Soderbergh’in romanımı filmleştireceği haberi (gelgelim kimse filmin neye benzeyeceğini bilmiyordu) çeşitli ülkelerdeki yayıncıların ilgisini çekti. Almanya’da Bertelsmann “Solaris”in yayın haklarını aldı. Bu sırada Danimarka, Norveç, Kore ve Arap (Suriye’den) yayın evleri kitapla ilgilendiklerini bildirdi. Ayrıca yayıncılar benim diğer işlerimle de ilgilendiklerini söyledi. Gelgelelim tüm bunlar bir çeşit yan etki ve romanla herhangi bir alakaları yok aslında.

Konuyu toparlayalım, Solaris’in yazarı olarak şunu söyleyebilirim ki yazmak istediğim şey insanlığın kesinlikle var olan, çok korkunç boyutlarda büyük bir şeyle karşılaşması ama onu kendi algılarına indirgeyemeyecek olmasıydı. Bundan dolayıdır ki kitabın adı Solaris, ‘Uzayda Aşk’ değil…”

İlgili bir yazı için buraya tıklayın.

Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

marksizm ve bilimkurgu

Marksizm, Bilimkurgu ve Alternatif Dünyalar

Bilimkurgu, yalnızca uzay gemileri, robotlar ve zaman yolculuğundan ibaret değildir. Derinlemesine bakıldığında, her zaman toplumsal …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin