“Sinemanın Picasso’su”, yönetmen David Cronenberg için yapılacak en doğru tanımdır. 15 Mart 1943 tarihinde Kanada’da dünyaya gelen yönetmenimiz, gazete muhabiri bir baba ile müzik öğretmeni bir annenin oğludur. Çocukluğundan beri asıl ilgi alanı yazarlık olur ve daha 8 yaşındayken yazdığı korku öyküsü bir edebiyat dergisinde yayımlanır. Sonradan edebiyatın akademik eğitimini alır ve Toronto Üniversitesi edebiyat fakültesini bitirir. Yan dal olarak da fizik okur. Küçük yaşlardan itibaren korku öykülerine ve filmlerine beslediği ilgi bilimle birleşir ve insan bedeni ile makinelere duyduğu hayranlığı filmlerine konu olarak seçer. Filmlerinde et ve çelik iç içe geçip âdeta yaşam bulur. Kariyerine TV filmleri ile başlayan yönetmenimiz, sonradan vizyon filmleri de çekmeye başlar.
Çoğu filmini izlemek hem mide hem de yürek ister. Kesinlikle ana akım izleyiciye göre olmayan, hastalıklı bir zihnin mamulü filmleri ile biz sevenlerini bilimkurgunun hiç alışık olmadığımız dehlizlerine götürür. 1975 tarihli ilk uzun metrajlı filmi Shivers‘ta hasta ruhlu bilim adamı asalak bir organizma geliştirir ve yaşadığı sitenin sakinlerine bulaştırır. Bir röportajında Ridley Scott, Alien filmini çekerken bu filmden bolca ilham aldığını söyler. 1977 tarihli Rabid filminde ise estetik ameliyat olan bir kadının verilen bir ilacın yan etkisi sonucu insan kanına açlık duymasını ve kanını emdiği kişilerin de zombiye dönüşmesini anlatır. Bugün için ne kadar klişe bir konuysa o gün için bir o kadar özgündür.
1979’da The Brood‘u çeker. Filmde, psikolojik sorunlar yaşayan karısını deneysel yöntemlerle iyileştirmeye çalışan bir adamın ve küçük kızının öyküsünü izleriz. Sonraki gelişmeler bize, kadındaki sorunların psikolojik olmanın çok ötesine uzandığını gösterir. 1981 tarihli Scanners filminde ise bilimkurgu sinemasının kadrolu kötü adamı Michael Ironside ile yolları kesişir. Tehlikeli telepatik yetenekleri olan bir adamın maceralarını izleriz bu sefer de.
1983 yılında Videodrome filmi ile sinemayı adeta bambaşka bir boyuta taşır. Tuhaf, garip gibi sıfatların aslında olumlu anlamda da kullanılabileceğini cümle aleme kanıtlar. 80’li yılların televizyon kültürüne yönelik eleştirilerini de alt metin olarak yerleştirdiği bu filmde, bir TV yapımcısının başından geçenler anlatılır.
1983’te Stephen King uyarlaması The Dead Zone filmi gelir. Geçirdiği bir kaza sonucu geleceği görme yeteneği edinen bir adam, yaşadığı şehirdeki valinin ileride ABD başkanı olacağını ve bir nükleer savaş başlatacağını görür ve ona suikast yapmak üzere harekete geçer. 1986’da da bir yeniden çevrim ile karşımıza çıkar: The Fly. Işınlanma deneyi yapan kahramanımız, ışınlanma odasına bir sineğin girmesi sonucu dönüşüme uğramaya başlar. Ciddi anlamda mide isteyen bir filmdir. Atalarımız boşuna dememiş “sinek küçüktür ama mide bulandırır” diye. 1988 çıkışlı Dead Ringers‘ta ise aynı hayatı paylaşan ikiz doktorların arasına bir kadının girmesini izleriz. Film, Nolan’ın Prestige’ine de ilham kaynağı olur.
1991… Naked Lunch. Dünyanın en iyi ve en özgün yönetmeninin başyapıt filmini bile başka bir yönetmen çekebilir. Ancak Naked Lunch’ı çekmek için Cronenberg olmak gerekir. Zira dünyada ondan başka hiç kimse böyle bir filmi çekemezdi. Dev böcekler, çıplak bedenler, makineler ve cinsellik… Neden Cronenberg için sinemanın Picasso’su dendiğinin kanlı canlı örneğidir. 1993 ve 1996’da bilimkurgu dışı iki film çektikten sonra, 1999’da ExistenZ ile çıkar karşımıza. Videodrome’ın bu kez bilgisayar ve sanal dünya atıflı devam filmi gibidir. Yine organik teknoloji ile bizleri değişik bir bilimkurgu dünyasına sürükler.
Sonrasında gerçeküstücü anlatımı bir kenara bırakarak tamamen gerçekçiliğe kayar. Eski sinemasının hayranları bu duruma üzülse de, yeni sinemasında da Eastern Promises gibi başyapıtlar vermeyi sürdürür. 2022 yılında ise eski tarzına geri döner ve Crimes For The Future adlı bilimkurgu gerilim filmi ile tekrar bildiğimiz sulara yelken açar. Kısacası, Cronenberg’ün o tuhaf hayal dünyasında gezinmek hem keyifli hem de ürkütücüdür.