Douglas Trumbull, sinemanın teknolojiyle buluştuğu alana elli yıldan daha fazla emek vermiş efsanevi bir yönetmen. İsmi tanıdık gelmemiş olabilir. Ama görsel efektlerine imzasını attığı filmleri gördüğünüzde ona saygı duymaya başlayacağınızdan emin olabilirsiniz. Sayalım: 2001: A Space Odyssey (1968), The Andromeda Strain (1971), Close Encounters of the Third Kind (1977), Star Trek: The Motion Picture (1979), Blade Runner (1982) ve The Tree of Life (2011) gibi efsane filmlerin görsel malzemeleri Trumbull’ın elinden çıkmıştır. Kendisi aynı zamanda Silent Running (1972) ve Brainstorm (1983) gibi kült klasiklerin de yönetmenidir. Fakat Trumbull bugün, 77 yaşındayken, kendisini sinema endüstrisinin aykırı ve tuhaf çocuğu olarak gördüğünü; bilim insanları ve matematikçilerin onu film yapımcılarından çok daha iyi anladıklarını hissettiğini itiraf ediyor.
Trumbull’ın film kariyeri 1964 yılında çektiği To the Moon and Beyond isimli kısa filmle başladı. Bu filmde izleyici, dünyadan yola çıkıp koca evrende bir gezinti yapıyor ve sonra geriye, atomik ölçeğe dönüyordu. 70 mm filme balıkgözü geniş açılı lens kullanılarak saniyede 18 kare olarak kaydedilen – Cinerama 360° denilen bir teknikti bu – bu kısa film, 1964 yılında New York Dünya Fuarı’nda kubbe gibi görünen bir ekrana yansıtılarak izleyiciyle buluşmuştu. Stanley Kubrick ve Arthur C. Clark da bu filmi görüp özel efektlerinden etkilenmiş ve Kubrick, gözbebeğimiz 2001: A Space Odyssey’in bir görsel şölene dönüşmesi için kiminle çalışması gerektiğine karar vermişti. Ayrıca Kubrick bu film için “Şimdiye dek gördüğüm, gerçekten iyi olan ilk bilimkurgu filmi,” demişti.
Teknolojiyle olan yakın ilişkisine rağmen Trumbull’un yaşamını sürdürmek için seçtiği yer ilginç. Trumbull, 1980’lerden beri Massachusetts’in kırsal kesimlerinde, ortalıkta tavuklar ve keçilerin dolandığı bir arazide yaşamakta ve burada kurduğu Trumbull Stüdyosu’nda film yapmanın – ve göstermenin – yeni yollarını deniyor. Trumbull burada, çocukken dev ekranlarda izlediği filmlerin büyüsünü yakalayabilmek umuduyla “Magi” adını verdiği ileri dijital projeksiyon teknolojisine sahip gelişmiş bir düzenek kurmuş.
70 kadar koltuk – bunlar oldukça dik bir şekilde yükselmekte, böylece her koltuk ekranı net bir şekilde görmektedir – ve torus şeklinde bir ekrana – yaklaşık 9m genişliğindedir ve ön sırada görüş alanı 100 derecedir – sahip olan bu mekânda, stereoskopik 3D, 4K ve 120 kare olarak çekilen görüntüler sergileniyor. Trumbull, “Benim yaptığım asıl iş, filmin gösterildiği ortamın kendisi ile izleyicilere sunduğunuz film deneyimi arasında hayati öneme sahip bir bağ olduğunu doğrulamaya çalışmaktır,” diyor ve ekliyor: “Kubrick bu konuda fazlasıyla bilinçliydi. Onunla bu mesele üzerine çok fazla konuşup kafa yorduk ve o konuşmalar sonsuza dek benimle kalacaklar.”
Trumbull her zaman sinema kariyerinin bütünüyle bir öğrenme sürecinden ibaret olduğunu ve bu sürecin hala devam ettiğini düşündü ve yapmaya çalıştığı şeyi de özetle bilimin, teknolojinin, dramanın ve sanatın bir melezi olarak gördü. Bu tarz bir düşünme ve çalışma sistemi ona film yapımcıları ve bilim insanlarının dünyalarının o kadar da uzak olmadığına dair benzersiz bir bakış açıcı sundu. Ona göre bu iki dünyanın araştırmacılarının birbirlerinden öğrenecekleri çok fazla şey vardı. Trumbull burada Terrence Malick’in destansı anlatısı The Tree of Life’da yer alan, yıldızların doğuşunu ve dünyada hayatın evrilişini gösteren 17 dakikalık “yaradılış” sekansını anıyor.
“Terry bilimsel düşünceye önem veren, çok çalışkan biridir,” diyor Trumbull ve Malick’in çarpışan iki galaksinin akışkan dinamiklerini kavrayabilme yeteneğinden bahsediyor. “Filmi yapmadan evvel büyük bir üniversitenin süper bilgisayarlarla donatılmış laboratuvarına gitmiş ve çarpışan galaksilerle ilgili görüntüler olup olmadığına bakmıştı. Ve elbette yerçekimi, yıldızların etkileşimleri gibi bilimsel hesaplamalara dikkat edilerek yapılmış oldukça mantıklı deneysel filmler bulmuştu.”
Trumbull, The Tree of Life serüvenini anlatırken Malick’in bulduğu simülasyonların görsel olarak çok da etkileyici görünmediklerini, çünkü nihayetinde hepsinin matematiksel algoritmalar olduğunu ve fakat bu simülasyonları seyretmenin ikisini yeni ve “daha gerçek” görünen şeyler denemeye ittiğini söylüyor ve ekliyor: “Gerçek akışkanlar ve sıvıları ya da gerçek gazlar ve patlayan ışıkları kullanacak olursak – ve olan biteni saniyede bin karelik hızla ve yüksek çözünürlüklü kameralarla kaydedersek – ortaya bilgisayar efektiyle yapabileceklerimizden çok daha doğal ve etkileyici görünen şeyler çıkarabileceğimizi sezmiştik.”
Soyut kavramları görsel formlara dönüştürebilme yeteneği, film yapımcıları ve bilim insanlarının ortaklaşa paylaştıkları bir beceri. Bu, Trumbull’ın fikirlerinden biri ve kendisi bugünlerde mühendis ve mucit Nikola Tesla hakkında bir film çekmeye başlamak üzere. Dolayısıyla şimdilerde Tesla’yla epey içli dışlı durumda. Trumbull, Tesla’nın en önemli özelliklerinden birinin, düşüncesini açıkça beyan etmeden çok önce, zihninde bu düşünceye dair her şeyi açık seçik görmesi olduğunu söylüyor. “Tesla zihnindeki şeyi canlı bir şekilde görebiliyor, gözünde canlandırabiliyordu,” diyor Trumbull. “Bu yüzden, bir fikri geliştirme aşamasındayken, resim zihninde tamamlanmadan evvel herhangi bir şey çizmez ya da inşa etmezdi. Bu özelliği de onun Tesla bobinini yaratırken bir manyetik alanın diğeriyle nasıl etkileşime geçeceğini tamamıyla anlamasına olanak sağladı.”
Fakat Trumbull’a göre Tesla’nın hikâyesi aynı zamanda “gözünde canlandırma” ya da “görüntüleme” denilen şeyin sınırlarıyla ilgili bir ikaz niteliği de taşıyor. “Tesla, hayatının son yıllarında, zihninde canlandırdığı her şeyin, her zaman gerçeğe dönüşeceği inancına dayanarak bazı ciddi hatalar yapmıştı. Tesla – bugün Tesla Kulesi olarak da bilinen, 1901-1902 yılları arasında New York’ta kendisi tarafından tasarlanıp yapılan eski bir deneysel kablosuz iletim istasyonu olan – Wardenclyffe Kulesi’ni kullanarak, bir Tesla bobininden yükselterek elde ettiği elektrik enerjisini bütün dünyaya ulaştırmayı hedeflemişti. Ve ben bunun çalışacağına hiçbir zaman inanmadım,” diyor Trumbull.
Gerçek dünyayla filmlerin kurgusal dünyası arasındaki enteresan çarpışmalardan biri de hiç kuşkusuz Blade Runner. Trumbull’ın şahane görsel efektleri bu filmin o ünlü ve “sahici” gelecek atmosferini yaratmış olsa da işin aslı, hikâyenin geçtiği tarih – ekrandaki Los Angeles, November 2019 yazısını hepimiz hatırlıyoruz – Blade Runner’ın geleceği artık uzak bir gelecek değil; şu an o yılda yaşıyoruz. Hatta bitirmek üzereyiz. Buna rağmen hâlâ Blade Runner’ın öngördüğü uçan arabalar, insansı robotlar ve üç boyutlu holografik billboardlarla karşılaşmadık. Fakat Trumbull, “Farklı formlarda da olsa Blade Runner’ın kehanetlerinden çoğu gerçek oldu,” diyor. Bahsettiği şey elbette AI yani yapay zekâ. “Yapay zekâ, zaman içinde, biz nasıl olduğunun farkına bile varamadan öylesine gelişti ki toplumumuzun en ilgi çekici tartışma konularından biri haline geldi,” diyor Trumbull.
Blade Runner’da teknoloji ile olan ilişkimize dair ilginç öngörüler de vardı; insanlardan çok yapay zekayla empati kurmaya başlamamız gibi. Yaşam süresinin er geç biteceğini bilen ve buna isyan eden androidler için epey üzülmüştük. Trumbull, mürettebat tarafından kapatılmasına karar verilen HAL’’i hatırlatarak benzer bir duygunun çok daha öncesinde, 2001: A Space Odyssey’de de ortaya çıktığını söylüyor. “Bana göre HAL’in ölümü gerçekten trajikti,” diyor Trumbull. “İzleyicinin de filmdeki insan karakterlerden daha çok bir bilgisayar olan HAL ile empati kurmaları bize çok fazla şey anlatıyordu. Bence gelecekte bundan daha fazlasını göreceğiz. Belki de elektrikli süpürgemiz bozulup ‘öldüğünde’ kendimizi çok kötü hissedeceğiz.”