Ridley Scott’ın Prometheus (2012) filminde Mühendis olarak adlandırılan kadim varlıklar, kendi yarattıkları biyolojik silahlar tarafından saldırıya uğrayıp yok edilmeden önce Dünya’ya gelmek üzereydiler. Peki, ama neden? Bu soruyu yanıtlamak için Prometheus ve Alien: Covenant (2017) filmlerinin ikisinde de var olan yaratıcı ile yaratılan arasındaki mücadele temasına yakından bakmamız gerekecek. Prometheus’ta iki arkeolog (Shaw ve Holloway) insanlığın yaratıcısı olduğunu sandıkları tanrı benzeri varlıklarla tanışmak istiyor ve bu amaçla bir uzay seferi düzenlenmesine öncülük ediyorlar. Yolculukta onlara eşlik eden tayfanın da kendi amaçları var. Kiminin derdi para, kimininki ölümsüzlük.
Film, ilginç bir sahneyle açılıyor: Dünya olduğu anlaşılan bir gezegende, kadimlerden biri katran benzeri bir sıvı içerek bedenini eritiyor. Parçalanan ölü beden suya düşüp çözünüyor. Anlaşılan bu sıvı canlıları hızlı bir şekilde mutasyona uğratmakta. Tıpkı koza içindeki böceğin eriyip bir çorba oluşturması ve oluşan bu çorbadan yeni bir varlık (kelebek) meydana gelmesi gibi, Mühendis’in eriyen bedeninden de yeni hücreler oluşuyor. Filmde kısaca gösterilen bu hücreler, blastula denen döllenmiş yumurta. Burada insanın yaratılışına tanık olduğumuz anlaşılıyor. Ancak neden insanı yaratmak için Mühendis’in kendini parçalaması gerektiği bilinmiyor.
Kadim Mühendis, muma benzeyen beyaz cildine, siyah göz kürelerine, derisinin altındaki kara damarlara ve devasa cüssesine rağmen insana oldukça benzemekte. Aslında insan, Mühendis’e benzemekte demek daha doğru olur, çünkü “o, insanı kendi suretinde yaratmıştır.” Yani Mühendisler insanı kendi DNA’larından kopyalamışlardır. Bu arada, madem DNA’lar bire bir aynı, o zaman niye insan ile Mühendis birbirinden farklı görünüyor sorusuna yanıt verilmiyor. Bu olay günümüzden 35 bin yıl önce gerçekleşiyor. Sonradan yaratılan insanın, nasıl olup da Dünya’da iki milyar yıldır var olan yaşamın genetik yapısına bire bir uyumlu hale geldiği ise filmde açıklanmıyor.
Yine filmden anladığımız kadarıyla, insanlığı yola getirmek için ikinci bir Mühendis gönderilmiştir gezegenimize. Büyük ihtimalle de bu ikinci mühendis İsa’dan başkası değildir. Dünya’yı ve insan ruhunu kurtarmaya gelmiştir. Anlaşılan yaradılıştan 30 bin yıl sonra bir peygamber gönderip bizi ıslah etmeye çalışmışlar. Mühendisler’in kim olduğunu, nereden geldiklerini, onları kimin yarattığını, amaçlarını bilmiyoruz. Ancak, teknolojilerinin çok ileri bir düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Galakside cirit atabilecek devasa gemiler inşa edebiliyorlar, müthiş bir gen mühendislik bilgisine sahipler (ama kendi yarattıkları canavarların kurbanı oluyorlar!) ve sonra da eserlerini yok etmek için biyolojik silahlar geliştiriyorlar. İnsanlara çok kızgınlar. Ama neden?
Trilyon dolarlık bu seferi finanse eden Peter Weyland’dır. Gerekçesini ise sonradan anlıyoruz: Daha fazla ömür istemektedir. Ne yazık ki bu dilek Mühendisler tarafından reddedilecektir. Burada tersine dönmüş bir Blade Runner senaryosu ile karşılaşıyoruz. Blade Runner’da replikalar yaratıcıları TYRELL şirketinin yöneticisinden —yani tanrı rolü oynayan bir insandan— biraz daha fazla ömür istemeye gelmişlerdi. Bu kez Tyrell yaratıcıdan ömür istiyor. Bu arada Weyland, oğlum dediği David adlı robota sınırsız ömür bahşetmiş. (Nexus 6’lar duymasın!)
Filmdeki en gerçekçi tip, Peter Weyland’ın soğuk kızı Vickers’tir. Vickers, babasının finanse ettiği bu seferin beyhude olduğunu düşünmektedir. Biraz da David’i kıskanır gibidir. David ise sonsuz ömre sahip olmasını önemsemez, çünkü ruhu yoktur. Bilimkurgu eserlerinin en rahatsız edici klişelerinden biri de konuşan, düşünen, espri yapan, yeni diller öğrenen ve bütün bunları bir insandan daha iyi yapan bir varlığa ‘ruhsuz’ denmesidir. Böylesi bir varlık nasıl ruhsuz olabilir? Ruhun tanımı nedir? David’e ruhsuz diyecek kadar vizyonsuz muyuz?
Her neyse… Asıl konumuzdan uzaklaşmayalım. Mühendisler, Dünya’ya gelmek istiyorlardı ama ne yapmaya? Tabii ki insanlığı ortadan kaldırmaya! Bunun için silahlanmışlardı. Hem de biyolojik silahlarla. Neden nükleer değil de biyolojik silahlar kullandıkları konusu da tam açıklığa kavuşmuş değil. Anlaşılan o ki Mühendisler bizi yarattıklarına deli gibi pişmanlar. Ama neden? Elizabeth Shaw da bu soruya yanıt bulmak için Mühendisler’in asıl gezegenine doğru yola çıkıyor ve tanrıyla yüzleşme yolculuğu yeniden başlıyor.
Son olarak astronomik bir hatayı not edelim. Vickers, “Eğer bir erkekle yatmak isteseydim, onlardan yarım milyar mil uzağa gider miydim?” diye soruyor Kaptan Janek’e… Bu hesaba göre yabancı gezegen LV-223’ün (aslında bir gaz devi olan Calpamos gezegeninin uydusudur) Dünya’dan hiç de uzak olmaması gerekiyor. Hatta Güneş Sistemi’nin sınırları içinde bulunmalı ki bu da onun bir başka yıldız sisteminde olduğu bilgisiyle çelişiyor. Bildiğimiz kadarıyla Güneş’e en yakın yıldız 40 trilyon kilometre ötede bulunuyor.
Not: Yazarımıza destek olmak için “Beyin Kırıcı” adlı romanını düşünebilirsiniz.