Michael Bay

O Kadar da Kötü Değil: Michael Bay

Sinema üzerine tartışma dönen hemen her ortamda -ki bu bir YouTube videosunun yorum kısmı veya bir sinema sitesinin tartışma bölümü olabilir- ne zaman birisi sanat sinemasını ya da örneğin Stanley Kubrick filmlerini sevmediğini söylese ona verilen yanıt hep aynıdır: Sen git, Michael Bay filmlerini izle!

Evet, Michael Bay…

Kendisinin sineması çoğunlukla düşük perde sinema zevkiyle eşdeğer görülmüştür. Peki gerçekten de Michael Bay sineması düşük zevklere mi hitap ediyor? Yönetmenin sineması gerçekten de tam anlamıyla ‘basit‘ mi? Gelin, bunun yanıtını arayalım.

17 Şubat 1965, Los Angeles doğumlu yönetmenimizin ilginç bir mesleğe giriş öyküsü var. Daha çocuk yaştayken annesinin kamerasıyla bir kısa film çeker. Filmde senaryo gereği yanması gereken oyuncak treninin içine yerleştirdiği yanıcı/parlayıcı maddeleri maytap kullanarak patlatır. Ancak çevreye saçılan alevler yüzünden evlerinin salonunun yarısını da yakar. Patlamalı sahnelere olan düşkünlüğü daha ilk filminde başlar. Henüz 15 yaşında bir çocukken, ilk Indiana Jones filminde George Lucas ve Steven Spielberg ile çalışır. Filmin storyboard’larını çizer. Wesleyan Üniversitesi’nde sinema ve edebiyat dallarında çift anadal yapar.

Sektöre girişi ise reklam ve video klip yönetmenlikleriyle olur. Bu deneyimlerinde iki şeyi çok iyi öğrenir ve uygular:

  • Kısa görüntülerin hızlı kurguyla kolajlandığı hikâye anlatımını, yani sinemada video klip estetiğini.
  • Reklamcılık sayesinde ‘malını‘ pazarlayıp satmayı.

1995 yılında ilk filmi Bad Boys‘u çeker. O dönemde aktörlükten daha çok ünlü bir rap şarkıcısı olarak tanınan Will Smith’e, tam bir Amerikan Rüyası yaşayan adam rolü verir. Üstelik bu adamın giyimi, konuşması, tarzı her Amerikalının sahip olmak istediği şekildedir. Ayrıca ortağı için canını tehlikeye atmaktan çekinmeyecek bir kişiyi de oynayan Will Smith sayesinde, her milletten insanı can evinden vuracak vefa duygusunu da filmine ustalıkla yedirir. Bol aksiyonlu, bol kovalamacalı, çatışmalı ve patlamalı, dört başı mamur bir aksiyon filmidir Bad Boys. Sonradan sayısız filmde tekrarını göreceğimiz ‘patlamaya arkasını dönerek yürüyen insan‘ kavramıyla da bu filmde tanışırız. 19 milyon dolar bütçeli film, 141 milyon dolar hasılat yapar. Michael Bay ‘malını‘ iyi satar.

Hemen ertesi yıl kimilerine göre kariyerinin en iyi filmi olan The Rock gelir. Bu kez 75 milyon dolar bütçeyle çeker filmini. Nicolas Cage, Sean Connery ve öyle teklif edilen her filmde oynamayan Ed Harris gibi müthiş bir oyuncu kadrosu da emrine amadedir. Yan rollerde de önemli isimler vardır. Yine müthiş, dolu dizgin bir aksiyon ve 335 milyon dolar hasılat… Amerikan kamuoyunun çoğunlukla James Bond rollerinden tanıdığı Sean Connery’i yakalanıp hapse atılmış bir İngiliz ajanı rolünde oynatır. Nicolas Cage, uçup kaçan bir aksiyon yıldızı, Ed Harris ise soğuk duruşlu bir komutandır. Kısacası yalnızca filmi değil, filmin oyuncularını bile iyi pazarlar. Kamuoyu onları ne olarak görmek istiyorsa öyle gösterir.

1998’de Armageddon ile bilimkurgu sinemasına adım atar. ABD’nin yine ve yeniden dünyayı kurtardığı bir film çeker. Başroldeki Bruce Willis’i müthiş karizmasıyla, Ben Affleck’i yakışıklılığıyla, Liv Tyler’i ise güzelliğiyle pazarlar. 140 milyon dolar bütçeli film, 553 milyon dolar hasılat yapar. Filmin içerdiği milliyetçilik, destansılık ve fedakarlık hap şeklinde seyirciye sunulur ve karşılığını da görür.

2001 yılında Armageddon ile birlikte en çok eleştirilen filmi Pearl Harbor gelir. Filme adını veren Japon saldırısını, bir aşk üçgenini de içine katarak anlatır. Ancak bu filmde başka bir şey vardır. Kendisini artık üst klasmanda gören Michael Bay, epik bir film çekerek Oscar almak istemektedir. James Cameron’ın 1997’de Titanic filminde uyguladığı formülün aynısını Pearl Harbor için uygular. Yine 140 milyon dolar bütçeli film, 450 milyon dolar hasılat yapar. Yalnızca teknik dallarda Oscar adayı olur ve birini de kazanır. Filmin hap milliyetçiliği, Armageddon’ın aksine bu kez eleştiri konusu olur. Üstelik içindeki aşk öyküsü de son derece yavan kalmıştır; hatta çok zorlamadır. Gelin görün ki, bu ‘mal‘ da iyi pazarlanmış ve gişede bekleneni vermiştir.

2003 yılında Bad Boys II gelir. İlk filmdeki kimyayı hiç bozmaz. Michael Bay klasikleri olan bol patlama, bol çatışma; yavaş ve yakın çekimler, oyuncunun çevresinde dönen kamera ve elbette olmazsa olmazı patlamaya arkasını dönüp yürüyen oyuncular bu filmde de vardır.

Sekiz yıllık uzun metrajlı sinema filmi kariyerine beş film birden sığdıran Michael Bay, işini keyifle ve -kabul etmek gerekir ki- ustalıkla yapan bir insan görüntüsü verir. Üstelik de eşek yüküyle para kazanır ve kazandırır. Orta sınıf bir Amerikan ailesinden gelmedir. Tam anlamıyla ortalama bir Amerikalıdır ve kendisi gibi ortalama Amerikalıların ne istediğini çok iyi bilmektedir. Onlara tam istediği şeyi vermiş ve karşılığında da tam istediği şeyi almıştır. Sinemanın endüstriyel alanı olan reklamcılıkta piştiği için ona göre sinema da bir endüstridir. Sinemanın sanatçılık kısmında ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, iş adamlığı kısmında parmakla gösterilir olmuştur.

2005 yılında yeniden bilimkurguya döner. Bu kez insan kopyalama konusuna el atar ve The Island filmini çeker. Yine dönemin ne kadar gözde oyuncusu varsa kamera önüne koyar. İkinci (serinin kendi kronolojisine göre birinci) Star Wars üçlemesinin genç Obi-Wan Kenobi’si Ewan McGregor, dönemin parlayan yıldızı Scarlett Johansson, Steve Buscemi, Sean Bean derken yıldızlar geçidi bir filme imza atar. Gişede pek bekleneni veremeyen filmden bir pazarlamacı olarak bu kez başka bir kazanç elde eder: Ne yapmaması gerektiğini öğrenir. Kariyerinde ilk kez biraz daha sanatsal bir iş denemiştir. Doğrudan gişe filmi çekmek yerine ilk kez bir ‘yönetmen sinemasına‘ girişmiştir. Ancak seyircinin kendisinden isteği bu değildir. Bunu çok iyi anlamıştır ve bir sonraki filminde hem seyirciye tam istediği şeyi verecek hem de seyirciden tam istediğini alacaktır.

transformers

2007 yılında Transformers ile kameranın arkasına geçer. 80’ler çocuklarının gönlünde ayrı bir yeri olan çizgi dizinin ilk sinema uyarlamasını yapar. Yakın dostu ve akıl hocası Steven Spielberg, bu projeyi bir tek ona güvenip teslim etmiştir. 150 milyon dolar bütçeli film, 710 milyon dolar hasılat yapar. Michael Bay sinemasının patlamalar, kovalamacalar, çatışmalar gibi ne kadar klişesi varsa içine ustalıkla yerleştirir. Dev robotların heyecan verici dövüş sahnelerini izleyiciye adeta bir ziyafet gibi sunar. Türlü taşıtlara dönüşebilen robotları sürpriz unsuru yapıp da filmin çok ileri bölümlerinde ortaya çıkarmayı yeğlemez. Örneğin Spielberg’ün Jaws filminde köpek balığı için yaptığını yapmaz. Hatta filmin daha ilk sahnesinde helikoptere dönüşen Grindor’u askeri üssü basarken gösterir. Filmine o kadar güvenmektedir ki, en önemli heyecan unsurunu daha ilk sahnede göstermekten çekinmez. Bu bile takdire şayan bir cesaret örneğidir.

İlerleyen yıllarda projenin adeta suyunu sıkar, posasını çıkarır ve tam dört devam filmi çeker. Ancak şu var ki, hepsi de çok sevilir ve izlenir. Hepsi de müthiş hasılatlar yapar. Revenge of the Fallen: 840 milyon, Dark of the Moon: 1 milyar 123 milyon, Age of Extinction: 1 milyar 104 milyon ve The Last Knight: 605 milyon dolar hasılata ulaşır… Transformers filmlerinin arasına Pain & Gain ve 13 Hours gibi bir aksiyon ve bir de savaş filmi sıkıştırır ve onları da patlatır.

Görüldüğü üzere Michael Bay, sanat yapma kaygısı gütmeden seyirci ne istiyorsa onu vermekte ve karşılığında da ilgi, yüksek izlenme ve elbette muhteşem hasılat gelirleri almaktadır. Kariyerinde yalnızca bir kez kendisi için film çeken ve ondan da gereken dersi çıkaran bir sinemacıdır. Sinema sanatını ‘sanat halk içindir‘ düsturuyla ortaya koyan, filmlerinde riske girmeyen bir yönetmendir. Ancak tüm bunlar kendisinin basit bir sinemacı olduğu anlamına gelmez. Klişelere başka bir gözle bakmayı ve filmlerini sanki yeni bir şey sunuyormuş gibi bir sinema diliyle çekmeyi çok iyi becerir. Her şeyden önce kamerayı ustalıkla kullanır. Tamamen kendine özgü bir çekim tekniği yaratıp, ardılı yönetmenlere esin kaynağı olmayı başarmıştır. Tam bir mizansen ustasıdır. Kadrajında ne olduğunu ve olması gerektiğini çok iyi bilir.

Klip estetiğinde montajları sayesinde karşılıklı konuşma sahnelerini bile heyecan fırtınası şeklinde sunmayı başarır. Işığı kullanmayı ise en az David Fincher kadar iyi becerir. Kısacası, auteur yönetmenlerdeki yeteneklere sahip olmasına rağmen, o bu yeteneklerini auteur sineması yapmak yerine gişe sineması yapmak için kullanmayı tercih etmiştir. Kim ne derse desin, dil oluşturmuş ender sinemacılardan biridir. Onun bu sinema diline ‘Bayhem‘ denir. Bir filmin ona ait olduğunu daha ilk bakışta anlarsınız.

Sözün özü, Michael Bay kendisinden ne isteniyorsa tam olarak onu veren bir yönetmendir. Ne eksik, ne fazla…

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

İçsel yolculuğuna 1980'de Polatlı'da başladı. 80'ler ve 90'ların göbeğinde yetişti. O devrin her bireyi gibi bilimkurguyu video kasetlerden tanıdı. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyası iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamında da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördü. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulu bitti ve hem gördüklerini hem de yaşadıklarını yeni nesillere aktarmak istedi. Öğretim görevlisi oldu. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğinde ülke sınırlarını aştı ve kendini Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldu. Yazmayı hep sevdi. Âşık olduğu bilimkurgu ile yazma hobisini ise burada birleştirdi.

İlginizi Çekebilir

colde gecen bilimkurgu filmleri 2

Çölde Geçen Bilimkurgu Filmleri 2: Mücadele Alanları

Kendinden büyük bir güçle mücadele etmek zorunda kalan bir kahramana sahip olmayan çok az bilimkurgu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin