Neden “Ciddi Ciddi” Bilimkurgu Filmi Yap(a)mıyoruz?

“Önce farklılığı kurmak – yabancılığı oturtmak – sonra da ateşli bir insani duygu kıvılcımının sıçrayıp bu farkı kapatmasını sağlamak: Hayal gücünün bu akrobasisi beni her şeyden çok büyüleyip tatmin ediyor.” –Ursula K. Le Guin

Yıl olmuş bilmem kaç. Biz çılgın Türkler neden hâlâ “ciddi ciddi” bilimkurgu filmi yapamıyoruz? Yeni bir soru değil bu; farkındayım. Benden önce defalarca sorulduğunu ve defalarca yanıtlanmaya çalışıldığını da biliyorum. “Çünkü” deniliyor; “köklü bir bilimkurgu edebiyatı geleneğimiz yok; bilimkurgu sineması nasıl gelişsin? Nereden beslensin? Sonra, ülkemiz bilimsel ve teknolojik gelişmelere öncülük eden ülkeler arasında değil bir kere; yetmezmiş gibi, bizde bilimsel çalışmalara da değer verilmiyor! Efendime söyleyeyim, halkın çoğunluğu bilimkurgu türünü kendine yabancı bulduğu için ondan uzak duruyor; sinemada ya güleyim ya ağlayayım diyor, iki dakika durup düşünmek istemiyor. Hâliyle ülkede bilimkurgu sineması yapmaya cesareti olan yapımcı bulunmuyor. Ve en önemlisi de senaristler tabii! Cesareti olsa da donanımı olmayan cahil senaristler; senaristlerimiz…”

Bunlar söz konusu mühim soruya bugüne dek başkalarınca verilmiş olan yanıtlar. Esasında ben de bunlara yepyeni yanıtlar ekleyeceğimi, konuya bambaşka açılımlar getirip yeni suçlular bulacağımı iddia ediyor değilim. Niyetim, hayal gücü akrobasisi olan bilimkurguya gönül vermiş bir öykü yazarı ve sinema-televizyon sektörüne az da olsa bulaşmış bir senarist olarak biraz kendi tecrübelerimden bahsetmek, biraz da yukarıdaki şikâyetleri kendi bakış açımla yeniden değerlendirmek. Sonuçta bir senarist olarak bahsi geçen suçlulardan biri de benim, öyle değil mi? Öyleyse cevap hakkımı kullanmak ve “her şeyin başı tanımlamak” diyerek değerlendirmeme başlamak isterim.

a-trip-to-the-moon-le-voyage-dans-la-lune-

İlk izlerine neredeyse iki bin yıl öncesinde, hem de üzerinde yaşadığımız topraklarda rastlamamıza karşın, tür olarak bir yirminci yüzyıl fenomeni addedilen bilimkurgu, bugüne dek pek çok kişi tarafından, pek çok farklı biçimde tanımlandı. Bununla beraber, diğer türlerde olduğu kadar BK türünde de bir tanımlama güçlüğünün var olduğunu, bu yüzden de kabul gören tek bir tanımının olmadığını – olması da gerekmediğini – söyleyebiliriz. Fakat burada bir tanım da bizim yapmamız gerekirse pekâlâ şöyle diyebiliriz: Başlangıçta bir edebiyat türü olarak karşımıza çıkan bilimkurgu, insanın bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ilgili deneyimlerini aktarmaya çalışan, bunu muhakkak akılcı bir zeminde yapan ve çoğunlukla yüzünü geleceğe, gelecekte olması mümkün olana çeviren bir anlatım türüdür. Temel besin kaynağı BK edebiyatı olan BK sinemasının yaptığı da bu deneyimleri beyaz perdeye aktarmaktır.

BK sinemasında ilk örnekler – A Trip to the Moon (1902), 20.000 Leagues Under the Sea (1907), Frankenstein (1910, 1931), The Invisible Man (1933) – esin kaynaklarını Jules Verne, H. G. Wells, Mary Shelley gibi yazarların romanlarında bulmuştur. Bununla beraber Predestination (2014), The Martian (2015) ve Arrival (2016) gibi kısa öykü ve roman uyarlamaları olan modern BK örneklerini hatırlarsak, edebiyatla sinemanın BK eksenindeki yakın dostluğunun günümüzde hâlâ devam ettiğini – ve gelecekte de muhakkak devam edeceğini – söyleyebiliriz. Dolayısıyla ülkemizde bir BK sineması geleneğinin yerleşmemiş olmasının ardında, köklü bir BK edebiyatı geleneğimizin olmayışının yattığı eleştirisi bir bakıma doğrudur; dönüp geçmişe baktığımızda bu eleştiri kabul edilebilir. Fakat geçmişi bir yana bırakırsak aynı eleştiri, bugün parodiler, şakalar ve komikliklerden arındırılmış ciddi bir BK filmi yapamıyor oluşumuzun nedeni olarak gösterilemez.

Öncelikle bir BK edebiyatı – dolayısıyla BK sineması – geleneğimizin olmayışı, hiçbir zaman BK filmi yapamayacağımız anlamına gelmez; böyle bir kaide yoktur. Kaldı ki ülkemizde son yıllarda bilimkurgu edebiyatı anlamında ciddi adımlar atılmakta, görmezden gelinemeyecek bir yerli bilimkurgu anlayışı gelişmektedir.[1] Buradan bakınca, “bilimkurgu edebiyatımız yok ki bilimkurgu sinemamız olsun” benzeri yaklaşımların bugün için yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, bu tarz savunmaların ardında belirgin bir çekingenlik ve hatta toplumsal aşağılık kompleksinin yattığını da düşünebiliriz. Nitekim bu durum kendini, ülkemizde bilimkurgu sineması yapmanın “imkânsızlığını” savunanların ikinci önemli eleştirisinde de gösterir: “Bilim yok ki bilimkurgu olsun!”

BK edebiyatının, geleceği şekillendiren, bilim ve teknoloji tabanlı batı toplumlarında büyüyüp yeşerdiğini biliyoruz. Hatta bu ülkelerde çocukluk dönemini yaşayan BK edebiyatı ürünlerinin, başlangıçta edebi kaygılardan ziyade, akılcılığı ve ilerlemeyi yücelten bir tür propaganda niteliği taşıdıklarını da söyleyebiliriz. Bu da son derece doğaldır. Bir yazarın çevresindeki böylesi büyük değişimlere kayıtsız kalması düşünülemez. Üstelik “modern çağ, değişimi yücelten ve onu bir temele dönüştüren ilk çağdır.”[2] Fakat sonraki dönemlerde bu değişimlerin olumsuz sonuçları kendini göstermiş, bu etkiler de doğal olarak yine değişimlerin orta yerinde duran – ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaşı, nükleer silahların yarattığı korkuyu, komünizm “tehdidiyle” manipüle edilen ve bundan kaynaklı “yabancı varlık istilası” travmasını yaşayan – insanlar tarafından önce edebiyatta sonra sinemada dışa vurulmuştur.

Bununla beraber, BK yazarları sonraki dönemlerde daha evrensel bir bakış açısı belirlemiş ve yanı başlarında büyüyüp gelişen bilim ve teknolojinin yalnız kendi toplumlarını değil, bütün bir insanlığı nasıl etkileyebileceğini düşünmeyi seçmişlerdir. Bu tarz bir düşünce etkinliği, hiç kuşkusuz, insanlık olarak ortak bir geleceğe sahip olduğumuzun bilincinde olmaktan kaynaklıdır. Bana kalırsa BK yazabilmek adına her şeyden önce elzem olan bu bilince erişmektir. Bilim insanı ve yazar Ziauddin Sardar, “bir toplumda bilimkurgu yazılabilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır,” der; “birisi bilimin takdir edilmesi, diğeri gelecekte olabileceklerin idrak edilmesidir.” Geleceği idrak etmeye çalışmanın yalnızca bilim ve teknolojiyi üreten toplumların yazarlarına mahsus olduğunu kim iddia edebilir?

BK içinden çıktığı coğrafyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerle ilgili olmak zorunda değildir. Bu tarz düşüncelerin sahipleri, bilimi ve bilimsel düşünceyi yalnızca icatlara ya da pozitif bilimlere indirgeyip bilimkurgunun sosyal bilimlerle ilişkisini hiçe saydıkları gibi, bilimsel bilginin ve teknolojinin bugün globalleşme sayesinde hepimize ait olduğu düşüncesinden de uzaktırlar. Geçmişte nispeten içine kapalı bir ülke olduğumuz, uzun yıllar dünyadaki gelişmelere uzak kaldığımız doğru; evet. Fakat yaşadığımız yüzyılda, söz konusu “icatçı” ülkelerle tüm dünya ülkeleri arasında pek çok alanda alışverişin – bir tür geçişkenliğin – sağlandığı da ortada. Teknolojik alışverişin vardığı noktadan, bu sayede bugün hemen her ülkede bilim ve teknoloji adına ortak çalışmalar yürütülebildiğinden haberdarız. İsteyen herkesin bilimsel bilgiye kolayca ulaşma imkânının olduğu bir çağda yaşıyoruz; artık bilgi hepimize ait.

Öyleyse bugün, BK edebiyatı/sineması adına adımlar atmak, kolayca erişebildiğimiz her türden bilginin ışığında geleceği idrak etmeyi denemek istiyorsak, yapmamız gereken ilk şey bu aşağılık kompleksini üzerimizden atmak olacaktır. Dolayısıyla “bizde bilim yok” savunması da bugün için hatalıdır. Bugün bu yazıyı kaleme almak için kullandığım bilgisayarın benim ülkemde icat edilmiş olması gerekmediği gibi, başka gezegenlere yolcukları anlatacağım bir senaryo yazmam için de ülkemde uzay araştırmaları yapılıyor olması şart değildir. Ezcümle, hiç kimseye bir yararı olmayan bu “böyle gelmiş böyle gider” zihniyeti, bu pasiflik, kabullenmişlik ve eziklik hâli artık bir tarafa bırakılmalı diye düşünüyorum.

Gelelim Türkiye’de ciddi bilimkurgu yapmanın önündeki izleyici, yapımcı ve senarist engellerine. Ülkemizde büyük bir çoğunluğun – bilhassa ana akım sinemaya yön veren genel izleyicinin – BK türünü “farklı” ve “yabancı” bulup ondan uzak durduğu çok açık bir gerçek. Ülkemizin ekonomik koşulları konusunda iyimserliğe soyunacak değilim. Gelecekle ilgili kaygıları ay sonunu çıkarmakla, daha iyi durumda olanlar içinse bir ev ya da araba sahibi olmakla sınırlı olan kocaman bir kitleden bahsediyoruz. Zihni yalnızca geçim derdiyle, yani kendisini “kurtarmakla” meşgul olan bu kitle, doğal olarak sinema ve televizyonda da kendi sorunlarına sahip olan insanlar görmek istiyor; Mars’ta hayatta kalmaya çalışan birini değil. BK hem genel okuyucu/izleyicinin hem de entelektüel kesimin gözüne – “bizde BK geleneği yok” diyenleri hatırlayalım – yabancı, saçma ve basit görünüyor. Sevgili Müfit Özdeş’in deyimiyle BK, çoğu kimse için hâlâ entelektüel bir ayıp.[3] Hâl böyle olunca, entelektüelin de okuyan/izleyen kitledeki ezici çoğunluğun da sahip çıkmaya yanaşmadığı bu “garip” türe parasını yatıracak yapımcı da elbette bulunamıyor.

Yapımcı denen kişi en nihayetinde bir işadamıdır ve Ursula K. Le Guin’in dediği gibi, “işadamının değerler sisteminde, eğer bir edim hemen ve elle tutulur bir kâr sağlamıyorsa, haklı gösterilemez.”[4] Fakat bu ön kabul yapımcıya hak verdiğimiz anlamına gelmesin; bu iş bu ülkede yapılacaksa eğer, elini taşın altına koyacak olan ilk kişi yapımcı olmalıdır. Şimdi, ilk iki eleştiride bir tür kıskançlıkla yaklaştığımız batı toplumlarındaki bilimsel gelişim süreçlerinden bir örnek verelim. Doğası gereği bilimsel çalışmalar – tıpkı sanat çalışmaları gibi – sonuçları garanti olmayan, yani kâr elde edilemeyebilen uğraşlar toplamıdır. Bir bilimsel çalışma için yıllarca uğraşıp hemen hiçbir sonuç elde edemeyebilirsiniz. Fakat bu çalışmalar gelişme adına muhakkak devam ettirilmeli, bu süreçte hem çalışma hem de bilim insanı devletler ya da şirketlerce finanse edilmelidir; bilimsel ve teknolojik gelişmenin ön koşullarından biri de budur.

Eğer Türkiye’de, Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer Uzay Yolunda, Uçan Daireler İstanbul’da, G.O.R.A. gibi görece iyi niyetli ancak son tahlile yalnızca “gülünç” olan icraatlar dışında, bir insanlık bilinci inşa etmeye çalışıp insanlığın ortak geleceğine odaklanan “ciddi” filmler yapılmak isteniyorsa, yapımcı denen kişi total zevkleri ve çabuk kazanç düşüncesini bir tarafa bırakmalı ve tıpkı bilimsel bir çalışmaya destek veriyormuş gibi, bu işe gönül vermiş, kendini BK konusunda eğitmiş senaristlere yardımcı olmalıdır. Biliyorum; bu bana da çok fantastik geliyor. Tecrübelerime dayanarak böyle bir yapımcıyla henüz karşılaşmamış olduğumu söyleyebilirim. Ancak bu ülkede BK yazabilecek senaristlerin var olduklarını da biliyorum.

Bu senaristler, aylarca üzerinde çalışıp hazırladıkları BK projelerini herhangi bir yapımcıya sunma imkânı bulduklarında hep aynı cevaplarla karşılaşırlar. Bugün çok düşük bütçelerle çok iyi filmlerin yapılabildiğinden bihaber olan yapımcı kişi, senarist kendisine dünyada bu işin aldığı boyutları anlattığı, projesini de hâlihazırda bu bütçelere göre şekillendirdiği hâlde, bütçeden ve teknik “imkânsızlıklardan” bahseder; bu en bilindik bahaneleridir. Sonra bu zatlar, çoğunlukla ellerinde tuttukları öykünün içerdiği toplumsal ve politik eleştiriyi algılayamadıkları ya da algılamak, birtakım siyasi ilişkileri gereği işlerine gelmediği için beğenmediklerinden bahsederler. Oldu da beğendiler diyelim, bu sefer de kâhinliğe soyunup seyircinin bu hikâyeyi beğenmeyeceğini söylerler. Sen önce bir dene bakalım, ondan sonra hep birlikte görelim, diyemezsin; yapımcılar senaristlere asla ve kata güvenmezler. Bu durum yalnızca BK gibi “yeni” bir tür için de geçerli değildir. Hepsi birbirinin aynı olan TV dizilerinde özgün bir şey bulamayınca hemen senaristin kellesini kesen seyirci ve okuyucu için hatırlatalım ki herhangi bir iş, söz gelimi bir mahalle komedisi yaparken bile yapımcının eli her daim senaristin metninin üzerindedir. Yapımcının bilmediği, bilme gereği de duymadığı BK “işine” girmeyi tercih etmemesinin nedenlerinden biri de – kuvvetle muhtemel – işe müdahale edebilecek donanıma sahip olmamasıdır. Hemen her sektörümüzde olduğu gibi sinema ve televizyon sektöründe de iş, ne yazık ki işi bilenin ellerine nadiren teslim edilmektedir.

Yapımcının genel izleyici istemiyor diye yapmadığı, genel izleyicinin de yapımcı bu işe girmekten imtina ettiği için uzak olduğu BK sineması konusunda bilimkurgusever senaristler olarak ne yapabiliriz? Öncelikle – yazının başından beri altını çizmeye çalıştığım – başarısızlığı baştan kabullenmiş hâlden kurtulmamız ve BK öykülerinin her coğrafyadan çıkabileceğini kabul etmemiz gerek diye düşünüyorum. Sonra, gişe filmlerine yön veren genel izleyicinin popüler olana ilgisini doğru kullanmalıyız. Bu işin komediye yaslanmadan da yapılabileceğini kabul etmeli, sinema perdesinde kendine ve kendi yaşamına benzeyenleri görmek isteyen seyirciye – küçük adımlarla da olsa – BK öykülerine düşündükleri kadar yabancı olmadıklarını, BK sinemasında da temelde evrene ve insana dair sorular sorulup bu sorulara makul cevaplar aranmaya çalışıldığını anlatmalıyız. Tabii bunu yapmanın yolu, gerçekten evrene ve insana dair soruları ve dertleri olan hikâyeler üretmekten geçiyor; bir hevesle, “ben de uzay gemisinde geçen, aksiyonu bol, acayip bir hikâye yazacağım,” diye yola çıkmak yalnızca tekrarın tekrarını üretmeye ve yine o parodi tuzağına düşmeye yarar. Yönetmen Bernardo Bertolucci, “geçmiş üzerine çevrilen filmlerin günümüzle sıkı bağlantıları olmazsa, bu filmler yansıttıkları dönemin birer fotoğrafı olmaktan öteye gidemezler,” der. Aynı şey elbette gelecek üzerine yazılan/çekilen filmler için de geçerlidir.

Türkiye’de neden bilimkurgu sinemasının gelişmediğine dair eleştirileri – naçizane – değerlendirmeye çalıştığım yazıyı sonlandırırken şunu yeniden dile getirmek istiyorum: Bu işin imkânsızlığından bahseden eleştiri sahipleri gibi karamsar olmak pekâlâ mümkün; aslına bakarsanız öylesi daha bir cool. Fakat o karamsarlık benim hiçbir işime yaramıyor. Ben geçmişteki imkânsızlıklara, batıyla aramızda duran edebi olgunluk farkına odaklanmayı değil, gelecekte gerçekleşmesi mümkün olana odaklanmayı seçiyorum. Çünkü bilimkurgunun da yaptığı şey temelde budur. Ve ben artık yalnızca bilimkurgu filmleri izlemek değil, bilimkurgu filmleri yazmak istiyorum…

Dipnotlar:

  1. Yerli Bilimkurgu Edebiyatına Güncel Bir Bakış, İsmail Yamanol
  2. Çamurdan Doğanlar, Octavio Paz
  3. Voltaire’den Vonnegut’a Bilimkurgu, Müfit Özdeş
  4. Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, Ursula K. Le Guin

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

A Quiet Place: Day One

Komedi türündeki TV serisi The Office (2005-2013) ile adını duyuran Amerikalı oyuncu John Krasinski, yazıp …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin