Hani herkesin filmlerini bildiği ama kendisini bilmediği yönetmenler vardır ya, işte onlardan biri de Russell Mulcahy. Kariyerinde gayet iyi filmler olmasına rağmen bir türlü şöyle büyük bir film çekip – tabiri caizse- yırtamamıştır. Aslen klip yönetmeni olmasına karşın TV ve vizyon filmleri de çekmiştir. Sinemasında bilimkurgu türüne de katkılar yapmıştır. Özellikle bir tanesi ilerleyen yıllarda kült olmuştur.
Avustralyalı yönetmen, 23 Haziran 1953 tarihinde Melbourne’de dünyaya geldi. Üniversite okumayan sayılı yönetmenlerden biriydi. Bununla birlikte, yönetmenliğe erken yaşta başlayan sinemacılar arasında da yer aldı. Daha on dört yaşındayken edindiği bir 8mm kamera ile kısa filmler çekmeye başladı. Filmleri yerel sinemalarda gösterildi. Bu filmlerle Avustralya’nın önde gelen ana-akım TV kanallarından The Seven Network‘ün dikkatini çekti ve kanalda kurgucu olarak işe başladı. Burada çalışırken de kurumun imkanlarını kullanarak profesyonel ekipmanlarla daha nitelikli filmler çekmeye girişti. Bu filmlerinden ikisiyle Avustralya’daki sinema festivallerinden ödül kazanmayı da başardı.
TV ve kısa film kariyeri devam ederken bir yandan tiyatroyla da uğraştı ve bölgedeki bir yerel tiyatroda oyunlara çıktı. Tiyatro kariyerinden iyi gelir elde etmeye başladı. Bir süre sonra tiyatro geliri, TV gelirinin bile üzerine çıkınca ikileme düştü. Ya yüksek geliri seçip tamamen tiyatroya dönecekti ya da sinema hayallerinin peşinden koşmak için TV’de çalışmaya devam edecekti. Onu bu ikilemden kurtaran şey ise aldığı bir teklif oldu. ABD’li rock şarkıcısı Harry Nilsson, çalıştığı kanalın Seven Pop Show programına konuk oldu ve Mulcahy’nin bazı kısa filmlerini de seyretti. Ardından da bu daha bıyıkları terlememiş yönetmene Everybody’s Talkin’ şarkısının video klibini çekmesi teklifinde bulundu. Klibi çeken Mulcahy, bir anda diğer rock gruplarının da radarına girdi. Avustralya’nın en büyük ve dünyanın da sayılı rock gruplarından olan AC/DC, yine Avustralyalı Hush ve Dragon gibi rock gruplarına klipler çekti. Bu klipleri ile ünü İngiltere’ye ulaştı ve İngiltere’ye yerleşip The Sex Pistols, XTC, Paul McCartney, Duran Duran ve The Stranglers gibi pek çok rock grubuyla çalıştı. 70’li yıllarda klip yönetmeni olarak adı efsaneleşti. Sektörde artık yalnızca adından söz ettiren değil, sözü geçen bir insan da olmaya başladı. Hatta o dönem diğer klip yönetmenleri, kendisini tekelleşmekle bile suçladı. Bu işten çok büyük paralar kazandı.
1979’da ilk uzun metrajlı yapımı olan Derek and Clive Get the Horn adlı belgeseli çekti. 80’li yıllara girildiğinde MGMM adlı kendi yapım şirketini kurdu ve repertuarına Elton John, Rod Steward ve Bonnie Tayler gibi müzisyenler de eklendi. The Buggles grubunun 1979 tarihli hit şarkısı Video Killed The Radio Star‘ın klipi, MTV’de yayımlanan ilk video klip olarak tarihe geçti. 80’lerin ortalarına gelindiğinde artık sinema için hazır olduğunu düşündü ve hâlihazırda zaten ünlü bir yönetmen olarak sinemaya da girmeye karar verdi.
Kariyerinde yüzden fazla film olduğu için hepsine tek yazıda değinmek mümkün değil elbette, dolayısıyla bilimkurgu türündeki filmlerini incelemekle yetineceğiz. 1984 tarihli ilk uzun metrajlı drama işi, Razorback adlı bir korku filmiydi. Yediği kimyasal bir atık sonucunda güçlenen ve saldırganlaşan yaban domuzunun bir çiftliğe musallat olmasını anlatan film, katıksız bir bilimkurgu değilse de türe göz kırpan bir anlatım diline sahipti. 1985 yılında Duran Duran adlı pop rock grubu ile Arena: An Absurd Nation adlı bir bilimkurgu müzikali çekti ve Duran Duran ekibinin uzaylılarla savaşmasını anlattı. 1986 yılında ise kült eseri Highlander geldi. Aslen fantastik olmasına rağmen, devam filmlerinde eserin türü bilimkurguya evrildi. Mel Gibson’un Braveheart‘ına da esin kaynağı olan filmde, bir şekilde ölümsüz olan karakterlerin aralarındaki macerayı izledik. Günümüzde bile yönetmenin en iyi filmi olarak anılmayı sürdürüyor. Bu filmin ardından kendisine Total Recall‘u çekmesi için teklif geldi, ancak Sylvester Stallone araya girdi ve onun yerine Rambo 3 filmini çekti. İşin ilginci, çekimlerin ilerleyen döneminde bu filmdeki işinden istifa etti ve filmi de asistanı Peter MacDonald tamamladı. Total Recall’un yönetmenliğini Paul Verhoeven üstlendi ve ortaya da bir bilimkurgu klasiği çıktı.
1991’de Highlander 2 geldi. İlkinin devamı olan film gelecekte geçiyordu. İlk filmde tanıştığımız Connor McCoy‘un aslen uzaylı olduğunu öğreniyorduk ve Dünya’nın atmosferini temizlemeye çalışırken izliyorduk. Film, ilkinin aksine yerden yere vuruldu. Hatta bu durum, ilk film sayesinde sinemada saygın bir isim yapan yönetmenin mimlenmesine bile yol açtı. 1994’te çizgi roman uyarlaması The Shadow görücüye çıktı. Yine bilimkurgu ile fantastik sinemanın iç içe geçtiği filmde, kahramanımız Gölge adlı insan üstü güçlere sahip bir karaktere dönüşüyor ve geçmişten gelen kötülerle mücadele ediyordu. Zamanında Show TV’de de birkaç kez yayımlanmıştı.
1998’de bu kez de Star TV’nin çok sevdiği Tale Of The Mummy filmini çekti. Yine fantastik ve bilimkurgu iç içeydi. Mezarından çıkarılan bir mumya, yeniden ete kemiğe bürünmek için arayış içine giriyordu. 2000 yılında ise TV için çektiği On The Beach hayatımıza girdi. Dünya nükleer bir felâket sonucu yaşanmaz hâle geliyordu ve bir denizaltı mürettebatı yaşam mücadelesi veriyordu. 2005 tarihinde yine TV için bir bilimkurgu filmine soyundu: Mysterious Island. Jules Verne’in aynı adlı romanından uyarlanan filmimizde, gizemli bir adaya düşen insanların maceralarını izliyorduk. 2007 tarihinde Resident Evil serisinin üçüncü filmi olan Extinction vizyona girdi. İlk iki filmde tutarlı bir öykü anlatan serinin cıvımaya ve bağlamından kopmaya başlaması da maalesef bu filmle oldu.
Toparlayacak olursak, genel anlamda iyi filmler de çekmesine rağmen Russell Mulcahy’nin yönetmenlik yeteneği video kliplerde sergilediği gibi hiç üst düzey seyretmedi. Kendisi için şunu diyebiliriz: İyi demeye dilimiz varmıyor, kötü demeye de kıyamıyoruz…