80’li ve 90’lı yılların sinema izleyicileri, günümüz anlayışına göre daha sıra dışı denilebilecek izleme deneyimlerine sahipti. Gösterimde olan kimi yüksek bütçeli filmlerin en kritik anları büyük bir coşkuyla alkışlanır, kimi esprili anlar ise hep bir ağızdan kahkahalarla karşılanırdı. Şehirlerin önemli bölgelerinde bulunan büyük sinema salonları birer cazibe merkezi olarak kabul edilirdi. Salonlara çoğunlukla ailecek gidilir, kimi zaman mahalleli yakınlarımız da iştirak ederdi. Dolayısıyla yakın geçmişimizdeki sinema kültürü, sinemanın bir “kitle sanatı” olduğunu kanıtlıyordu.
Bir zamanlar Beyoğlu’nda konuşlanmış olan Emek, Alkazar, Şark ve Elhamra sinemaları hem mimari dokularıyla hem de yaşadığımız şehrin tarihi dokusunu simgelemeleriyle film izleme deneyimini özel kılıyordu. Beyoğlu ve Atlas sinemaları halen ayakta kalmaya çalışıyor; Emek Sineması ise bir AVM içine “taşınarak” tarihi özelliğini yitirdi. Tarihi sinema salonlarının zamanla bir bir kapatılıp AVM’lerdeki salonların tek alternatif olarak varlık göstermesi, modern dünyanın tüketim alışkanlıklarının bir sonucudur. Sinema sanatı giderek bir kitle sanatı olmaktan çıkmaya başlayıp, AVM kültürü içinde bir “tüketim sanatı” sanatı olarak kabul görmeye başlamıştır.
Film festivalleri haricinde, nitelikli yapımları “prestijli” salonlarda görme ihtimalimiz neredeyse hiç yok. Yerli sinemacılarımız eserlerine salon bulmakta çok zorlanıyor; şanslı olanlar ise kısıtlı salonlarda kısa bir süreliğine gösterim imkanı bulabiliyor. Ucuz senaryolara sahip, “patlamış mısır” kıvamında birbirinin kopyası yapımlar için zaten bir problem söz konusu değil… Dijital platformların (Netflix, Amazon Prime…) hizmete girmesiyle birlikte, sektör farklı bir noktaya evrilmiş durumda: Yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan Martin Scorsese’nin Netflix için kotardığı The Irishman, bu sene Akademi Ödülleri’nde birçok dalda yarışacak. Dolayısıyla pek çok oyuncu ve yönetmen sanatsal, fikirsel özgürlük anlamında dijital platformlarda işler çıkarma eğiliminde.
Sinema kültürünü nostaljik bir bakış açısıyla ele almak elbette tutucu bir yaklaşım olacaktır; geçmişin kültüründen ve izleme alışkanlıklarından haberdar olunması, değişen sinema anlayışını anlamamız için elzemdir. Yedinci sanatın tamamıyla dijital sektöre geçmesi de mümkün görünmüyor; dijital servisler şu an için birer alternatif. Bundan sonraki süreçte sinema, dijital kanallarla birlikte paralel olarak evrimleşecek. Deneyimli yönetmen Denis Villeneuve, Blade Runner 2049 sonrası iddialı Dune projesi ile sinemalarda boy gösterecek; Christopher Nolan, Tenet ile izleyicisini gene bir yapbozun içine sokacak. Villeneuve ve Nolan gibi kişisel işler çıkarabilen isimler, sektörün acımasızlığı içinde kendilerine özgür çalışma ortamı bulabiliyor. Nolan halen dijital sinematografiyi tercih etmeyip, geleneksel film formatını kullanmakta ısrarcı; maliyeti yüksek olmasına rağmen. Villeneuve ise dijital sinematografinin nimetlerini sonuna kadar kullanıyor…
Sinema kültürünün oluşmasında ve süregelmesinde izleyici faktörü elbette önemli. Salonların büyük alışveriş merkezlerine taşınmasıyla film izleme eylemi tüketim çılgınlığının bir parçası haline geldi. AVM’ye gitmenin bir hafta sonu eğlencesi olarak görüldüğü günümüzde, filmlerin niteliğinin de hiçbir önemi yok; gidilecek film ile ilgili herhangi bir araştırma yapılmaz, AVM’de yenilen yemek sonrasında posteri ilginç görünen herhangi bir film seçilip izlenir. Dolayısıyla günümüz izleyicisinin beklentilerinin farkında olan sektör, gişeye oynayan ve birbirini andıran filmleri yaratmakta bir sakınca görmüyor. Yakın geçmişimizde yönetmen ve oyuncu sinemasının hüküm sürdüğü zamanlar giderek azaldı.
50’li yıllarda hüküm süren “b-tipi” bilimkurgu filmleri furyası, aynı zamanda sinemanın gelişimi açısından da bir geçiş dönemini simgeliyordu. 50’li yıllarda gişede kötü sayılmayacak gelirler elde eden Destination Moon (1950), It Came From Outher Space (1953), The War Of The Worlds (1953), Them! (1954), Forbidden Planet (1956) ve Earth vs. The Flying Saucers (1956) gibi yapımlar, nitelik anlamında olmasa da, b-tipi film kültürünün doğuşuna ön ayak olmuşlardı; fakat benzer anlayışta kotarılan yapımlar aynı ilgiyi 60’lı yıllarda göremedi. 60’lı yıllar, bilimkurgu sinemasında “ciddi” eserlerin verilmeye başlandığı ve 50’li yılların izleyicisinin b-tipi filmlere –deyim yerindeyse- doyup, beklentilerinin arttığı yıllar olmuştu. Dolayısıyla The Time Machine (1960), Alphaville (1965), Seconds (1966), Planet Of The Apes (1968) ve 2001: A Space Odyssey (1968) gibi örnekler, yeni bir anlayış içerisine girmiş olan izleyicilerin beklentilerini karşılayan yapımlardı.
Her ne kadar 50’li yıllar bilimkurgu sineması açısından burun kıvrılan yıllar olsa da, bu dönem yaşanmasaydı günümüz sinemasının seyri bambaşka olacaktı. Her dönem bir sonraki periyodun alt yapısını hazırlar; yedici sanatın gelişimini on yıllık dönemler halinde incelediğimizde farklılıkları çok daha rahat gözlemleyebiliriz. Günümüz hızlı yaşam koşulları neticesinde film izleme, kitap okuma alışkanlıkları maalesef gerileme eğiliminde; kültür alanlarının giderek daralması sonucunda, adeta her biri kendi fanusunda yaşayan insan kalıpları ortaya çıktı. Dolayısıyla sinema sanatı da hızlı kurgu anlayışının hüküm sürdüğü bir zamana evrildi.
Günümüz sinema kültüründe durağan, minimalist ve yoğun alt metinler içeren yapımlar giderek azaldı. Her şeye rağmen günümüz kültüründe yaşanan bu geçici durum, zaman içinde değişim gösterme trendine de girecektir.