Bilimkurgu ve Korkunun Üstadı: John Carpenter

“On parmağında on marifet” lafını tam anlamıyla hak eden, üstad bir sanatçı John Carpenter. Pek çok filminin hem senaryosunu yazıp hem onları yöneten, ayrıca müziklerini de bestelemesiyle tanınan Carpenter için, gezegenimizin sinema veritabanı IMDb kendisinin ismiyle adlandırılan bir sinema teriminin Oxford İngilizce sözlüğe eklenmesini bile önermişti: “Carpenteresque(Carpenteresk). (1) Carpenteresk bir filmin ne gibi özelliklere sahip olduğunu açıklamadan evvel, bu kült yönetmen, senarist ve müzisyenin sanat yaşamının önemli düğüm noktalarına değinerek yönettiği bilimkurgu-korku ya da başka bir adlandırmayla “bilimkorku” filmlerini hatırlayalım.

16 Ocak 1948’de New York’ta doğan John Howard Carpenter, müzik profesörü babası Howard Ralph Carpenter’ın Western Kentucky Üniversitesi’nin müzik departmanının başına geçmesi üzerine ailesiyle beraber 1953’te Kentucky’e taşınmış ve üniversiteye dek orada okumuştur. Güney Kaliforniya Üniversitesi (USC) film okuluna devam eden Carpenter’ın, USC’deyken bir okul projesi olarak öyküsünü yazdığı, müziklerini yaptığı ve düzenlediği “The Resurrection of Broncho Billy(1970) adlı 23 dakikalık kısa western film, 1971’de en iyi kısa film dalında Oscar ödülünü kazanmıştı.

Carpenter, çocukluğundan itibaren sinemaya büyük ilgi duymaya başlamış, bilhassa kendi filmlerinde de izlerini gördüğümüz western ve bilimkurgu-korku klasiklerinin büyük bir hayranı olmuştur. Bu dönemde, Carpenter’ın “idolüm” diye tanımladığı yönetmen Howard Hawks’ın Western klasiği “Rio Bravo” (1959) (Türkiye’de “Kahramanlar Şehri” adıyla) onu o kadar etkilemiştir ki, Carpenter ikinci uzun metrajlı “Assault on Presinct 13” adlı filmini (1976) (Türkiye’de “Karakola Saldırı” adıyla), Hawks’ın bu klasik westerninin şehirde geçen güncel bir versiyonu olarak çekmiştir. (2)

John Carpenter’ın ilk uzun metrajlı filmi ise, yine bir okul projesi olarak başladığı ve ek sahnelerle tamamladığı “The Dark Star(1974) adlı absürt bilimkurgu komedi idi. Bilimkurguya adeta bir “hippi” dokunuşu yapan filmde (3) öz bilince ve farkındalığa sahip bir bomba, ileride Dünya gezegeninin kolonizasyon çalışmaları için tehdit oluşturabileceği düşünülen gezegenlerin ve akıllı yaşamın yok edilmesi gibi politik temalar da yer almaktadır. Zaman içinde barındırdığı post-modernist öğeleri anlaşılan ve kült mertebesine ulaşan bu filmi bilimkurgu sinema tarihi bakımından önemli kılan başka bir husus ise, Carpenter’ın filmin senaryosunu ve dayandığı ana öyküyü Dan O’Bannon ile beraber yazmasıdır. Dan O’Bannon’ın, 1979’da Ridley Scott’ın yönettiği bilimkurgu-korku klasiği “Alien”ın da senaristi olduğunu hatırlayalım. Evet, bingo! Dark Star’da da uzay gemisindeki mürettebatı tehdit eden bir “yaratık” bulunmaktaydı. Dark Star’daki yaratık, görüntüsü itibariyle Alien kadar korkunç olmasa da –çünkü nihayetinde sadece dev bir plaj topudur!- O’Bannon’ın Alien’ı yazarken Dark Star filmindeki “uzay gemisindeki yaratık” fikrini temel alıp geliştirdiği çok açıktır.

Carpenter’ın 1982 yapımı kült bilimkurgu-korku filmi “The Thing”, yine çocukluk idolü Howard Hawks’ın yapımcısı ve yönetmenleri arasında olduğu 1951 yapımı  klasik bilimkurgu-korku filmi “The Thing From Another World”ün yeniden çekimidir. Fakat, The Thing’in çekimleri devam ederken Cronenberg ile beraber 1982’de katıldığı “Fear On Film” (Sinemada Korku) başlıklı bir TV programında Carpenter, The Thing filmi için 1951’deki orijinal filmi değil de, zaten orijinal filmin de ondan uyarlandığı, bilimkurgunun altın çağının kurucularından John W. Campbell’ın 1938’de yayımlanan “Who Goes There?” -Oraya Kim Gider ki?– adlı novellasını esas aldığını belirtiyor. (4) Çünkü Carpenter’a göre, orijinal öyküde 1951’deki filmden farklı olarak uzaylı yaratık sizi öldürmüyor, fiziksel ve psikolojik şeklinize bürünerek sizin tıpatıp aynınız oluyor. Bu da elbette filmde kime güvenip güvenemeyeceğinizi asla bilemeyeceğiniz paranoid bir korku atmosferini başarıyla yaratmakta. Carpenter, kendisiyle yapılan başka bir röportajında, gençliğinde etkilendiği başka bir film olarak 1958 yapımı “The Fly” (Sinek) filmine de işaret ediyor. (5) Sinek ve insan bedenini sentezleyen bir “canavar” görselliğinin sunduğu grotesk korku, Carpenter’ın yapıtlarında kullandığı beden deformasyonu sahnelerinin hissiyatını oldukça isabetli bir şekilde çağrıştırıyor. Örneğin The Thing filmindeki şu efsanevi sahneyi unutmak mümkün mü?

Filmlerinde oynattığı oyuncularla adeta özel bir bağ ve dostluk geliştirdiğini ifade eden Carpenter (aynı röportaj: 5), The Thing’deki rolüyle film tarihine geçen Kurt Russell ile ilk kez 1979’da çektiği Elvis adlı, ünlü rock yıldızı Elvis Presley’in hayatını anlatan ve Kurt Russell’ın başarılı bir şekilde Elvis Presley’i canlandırdığı biyografik TV filminde beraber çalışıyor. (Russell, oynadığı Carpenter filmlerinin dışında başka bir bilimkurgu klasiği olan 1994 yapımı Stargate’deki Albay Jack O’Neil karakteriyle de tanınmakta.) Carpenter’ın 1981’de çektiği, New York’taki Manhattan adasının suçlular için yüksek güvenlikli bir açıkhava cezaevine döndüğü karanlık bir distopik geleceği anlatan “Escape From New York(New York’tan Kaçış) filminde Kurt Russell bu sefer azılı suçlu Snake Plissken karakterine hayat veriyor. Aynı Snake Plissken karakterine, Carpenter’ın 1996’da çektiği “Escape From L.A. (Los Angeles)” filminde rastlıyoruz. Konusu itibariyle neredeyse 1981’deki filmin aynısı olan bu film, gösterildiği dönemde çok olumsuz geri bildirimler almıştı. Carpenter, Russell’ı 1986’da çektiği fantastik aksiyon filmi “Big Trouble In Little China(Küçük Çin’de Büyük Bela) adlı filminde de oynatmıştı. The Thing gibi sunduğu görsel fikirlerin değeri sonraki yıllarda anlaşılan bu filminde Carpenter, seyircilere uzak doğu sporlarının aksiyonla başarılı bir sentezini sunuyordu.

Carpenter’ın film kariyeri boyunca, Hollywood’un stüdyo sistemine karşı bağımsız film çekmeye duyduğu istek ve özgür olma arzusu, onun Amerikan film endüstrisi ile ilişkilerini hep mesafeli kıldı. Carpenter’ın, USC’deyken okul projesi olarak hazırlayıp Oscar kazanan “The Resurrection of Broncho Billy” (1970)’den sonra yapım sürecinde yer aldığı bir filmin Oscar ödüllerine en çok yaklaştığı diğer bir an, daha sonra ancak 1984’te çektiği romantik bilimkurgu “The Starman” ile olacaktı. NASA’nın Carl Sagan’ın öncülüğünde gerçekten de 1977’de uzaya yolladığı, içindeki insanlık kültürüne dair bilgilere ek olarak eğer bir uzaylı uygarlık varsa onları Dünya’ya davet eden Voyager II altın diskini (6) bulup bu davet çağrısına uyarak gezegenimize gelen bir uzaylının başından geçenleri anlatan bu Carpenter filminde, uzaylının yaşadığı kültür şokunu başarıyla canlandıran Jeff Bridges en iyi aktör dalında Oscar’a aday gösterilmişti. (7)

1978 yapımı korku klasiği ve eli bıçaklı katilin yer aldığı teen-slasher türünü yaratan “Halloween(Cadılar Bayramı) filminin başarısının ardından, “The Thing” gibi, şimdi başyapıt olarak görülen filminin gişede o dönem fiyasko yaratmasıyla Hollywood’da Carpenter temkinle yaklaşılan bir isim oldu. Reagan döneminin neo-liberal politikalarına ve ülkesinin sağa kayışına bir tepki olarak çektiği 1988 yapımı They Live (8), aynı zamanda Hollywood sinema endüstrisinin doğal olarak kâr odaklı, ideolojik olarak çerçevenin dışına çıkamayan yapısını hedef tahtasına oturtuyordu. They Live de, diğer pek çok Carpenter filmi gibi verdiği mesajla çağının ötesinde bir yapıttı. Dünyanın göründüğü gibi olmadığını söyleyen, işçi sınıfının bilinçaltlarına gönderilen elektromanyetik sinyaller yoluyla sistemin esas sahiplerinin (bu filmde dünyanın efendilerinin medyayı, ekonomiyi ve devlet aygıtının yönetimini ele geçirmiş uzaylılar olduğunu öğreniyoruz) gerçek kimliklerini göremedikleri, ancak bu sinyalleri bozan özel güneş gözlükleriyle bakıldığında bu yöneticilerin gerçekte “ne olduklarının” farkına varabildikleri ve bütün şehirde panolarda yer alan “İtaat Et”, “Tüket” vb. emirlerini artık okuyabildikleri “They Live”, seyirciyi adeta Wachowski kardeşlerin 1999’da çektiği Matrix’e hazırlıyordu. (9)

John Carpenter, eserlerinde gotik korkuyu işleyen ve yer yer bilimin sınırlarında gezinen öyküleriyle bilinen, bilimkurgunun kurucu yazarları arasında kabul edilen H.P.Lovecraft’ın da büyük bir hayranıydı. Carpenter, 2013’te düzenlenen H.P.Lovecraft Film Festivali için gönderdiği selamlama videosunda, çocukluğundan beri Lovecraft’ın büyük bir hayranı olduğunu, onun kozmik korku, şeytani kötülük konularındaki yaklaşımını çok beğendiğini ve 1987’de çektiği “Prince of Darkness(Karanlıklar Prensi) filminin esin kaynağının doğrudan H.P.Lovecraft olduğunu söylüyor. (10) Bilimsel fantezi kategorisindeki filmde, şeytanlar, zombiler ve kuantum fiziği bir arada yer alıyordu! Carpenter’ın 1994’te çektiği “In The Mouth of Madness(Türkiye’de “Çılgınlığın Ötesinde” adıyla) adlı korku filmi de, Lovecraftyan esintiler taşıyan başarılı bir yapıttı. Carpenter, bu filmin hemen ardından, 1960’taki aynı adlı filmin yeniden çekimi olarak 1995’te “Village of the Damned” bilimkurgu-korku filmini çekti. Küçük bir kasabadaki kadınların, korkutucu güçlere sahip ve hiç dost canlısı olmayan uzaylı çocukları doğurmasını işleyen bu film ise maalesef fazla beğeni alamamıştı.

John Carpenter’ın, sinemaya –şimdilik- veda ettiği 2010 yapımı “The Ward(Koğuş) adlı, bir akıl hastanesinde geçen ve bir kadına musallat olan hayaletin yer aldığı korku filminden önce çektiği son bilimkurgu-fantazya filmi, 2001 yapımı “Ghosts of Mars(Mars’ın Hayaletleri) oldu. Çok olumsuz geri dönüşler alan ve başarısız kabul edilen film, Carpenter’ı uzun yıllar boyunca sinemaya küstürmüştü. Aslında ilk olarak “Escape from Mars” (Mars’tan Kaçış) olması planlanan ve Escape From New York ve L.A’deki gibi Kurt Russell’ın oynadığı Snake Plissken karakterine yer verilmesi düşünülen filmde, 1996’da Escape From L.A’in başarısızlığı üzerine senaryo değişikliğine gidilmişti. 22. Yüzyılda, terraforming (dünyalaştırma) faaliyetleri neredeyse tamamlanmış, bu yüzden yüzeyinde basit solunum cihazları ile dolaşılabilen, ana-erkil yani kadınların egemen olduğu bir toplum düzenine sahip Mars gezegenindeki bir maden kolonisinde, antik Marslıların kaya mezarlarından bir kazı esnasında kaçan hayaletlerinin maden işçilerine musallat olmasıyla vahşileşen işçileri ve onlardan kaçmaya çalışan, polisler ve suçlulardan oluşan bir ekibin başlarına gelenleri anlatan bu absürd filmin başarısız görülmesi, belki de Carpenter’ın aksine izleyicilerin ve eleştirmenlerin, bariz kinayeli anlatımı fark edemeyip filmin konusunu fazla ciddiye almalarından kaynaklanmakta. Hayaletlerin etkisi altına giren maden işçileri, tıpkı günümüzde IŞİD militanları gibi kolonideki diğer insanların kafalarını ve çeşitli vücut uzuvlarını kesmeye başlıyorlar. Filmin arka planında yer verdiği, gezegenin asıl sahiplerinin bu antik Marslılar olduğu, orada maden çıkaran insanların ise gezegende işgalci oldukları anlatısı ise Carpenter’ın bu filme yedirdiği anti-emperyalist politik mesajı sunmakta.

Video oyunlarını da önemli bir sanat türü olarak kabul eden Carpenter’ın, bu alanda da eserler verdiğini biliyoruz. 1998’de çıkan “Sentinel Returns” oyununun bestelerini yapan Carpenter, 2011’de çıkan F.E.A.R. 3 oyununun hem anlatıcısı, hem de öykü danışmanı. (11)

John Carpenter’ın filmleri genel itibariyle sınıflandırıldığında, çekim teknikleri, kullandığı görsel temsiller ve olay örgüleri itibariyle bir benzeşim ayırt edilmektedir. Bilimkurgu, fantastik kurgu ve korku türlerinde eserler verse de, bu eserlerinde yoğun bir western etkisi fark edilmekte olup, onun için adeta westerni bu saydığımız türlerin içinde yeniden hayata döndürdüğü söylenebilir. Carpenter’ın filmleri izlendiğinde, kötücül bir dünyada hapis kalma hissi ve bu dünyadan kaçış isteği, kasvetli öyküler ve karanlık mekânlar, kinayeyi seven ve otoriteyle sorun yaşayan kahramanlar, sert elektronik müzikler ve derilerin delik deşik edildiği korku dolu sahneler, sinemada “Carpenteresk” terimini oluşturan unsurlar olarak ilk akla gelenler. (12) Filmlerindeki görsel temsillerde yer verdiği uzuvların açık şekilde kopması, parçalanması ve patlaması ile bedenin tiksinti verici dönüşümleri temaları, Carpenter filmlerinin Cronenberg sineması ile ortak yanlarını göstermektedir.

Carpenter, pek çok filminin müziğini de kendisinin bestelemesiyle biliniyor. Hatta, 2000’li yıllardaki başarısız filmlerinin ardından artık sanatını tamamen müziğe adadığını söyleyebiliriz. 2015 ve 2016’da çıkardığı “Lost Themes I ve II” albümlerine ek olarak, 2017’de de 1974-1998 arasındaki film müziklerini de bir araya çıkardığı bir antoloji albümünü yayımlamıştır. (13) Aslında Türkiye’de çoğu kişinin hafızalarına belki de bilmeden Carpenter’ın film müzikleri kazılı durumda. Çünkü 80’lerdeki pek çok Nuri Alço, Küçük Emrah vb. Türk filminde hep Carpenter’ın film müzikleri “araklanmıştı.” Örneğin, Carpenter’ın “Assault on Presinct 13” filmindeki “The End” adlı parçanın disko versiyonunu bir dinleyin bakalım, tanıdık gelecek mi?

1979-1984 arasında evli kaldığı ilk eşi Adrienne Barbeau’dan (Barbeau, Carpenter’ın “The Fog” – “Sis” ve “Escape From New York” – “New York’tan Kaçış” filmlerinde oynamıştı) bir oğlu olan Carpenter, 1990’da yapımcı Sandy King ile evlenmiş olup halen Hollywood’da yaşamaktadır. Resmi Twitter adresinde “TheHorrorMaster” – “Korkunun Üstadı” takma ismini kullanan John Carpenter (14), hakikaten de bilimkurgu ve korku sinemasının büyük bir üstadı olarak sinema sanatındaki yerini ölümsüzleştirmeyi başarmıştır, üstelik Hollywood’a rağmen.

Dipnotlar:

  1. IMDb
  2. The Official John Carpenter
  3. Bilimkurgu Kulübü
  4. YouTube
  5. YouTube
  6. Bilimkurgu Kulübü
  7. IMDb
  8. Bilimkurgu Kulübü (5 numaralı)
  9. Sense of Cinema
  10. YouTube
  11. SF Encyclopedia
  12. Bilimkurgu Kulübü
  13. The Official John Carpenter
  14. Twitter

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

Cory Doctorow

Yazar, Aktivist ve Gazeteci: Cory Doctorow

1971 doğumlu Kanadalı yazar Cory Doctorow, bir dijital haklar aktivisti olarak hem spekülatif kurgu dünyasına …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin