Bilimkurgu Sinemasında Yapay Zekâ ve Robotlar

Var olduğumuz günden bu yana merak duygusunun o gizemli büyüsü altında yaşıyoruz. Bıkıp usanmadan sorular soruyor, ulaştığımız yanıtlarla yetinmiyor, daha fazlasını bilmek, daha fazlasını keşfetmek için çabalıyoruz. Bu sonsuz arayış nasıl, ne zaman başladı? Sorulan ilk soru neydi? “Biz kimiz?” ya da “Nereden geldik?” mi? Sahi kimdik biz? Ve nereden gelmiştik? Nefes alıp veriyorduk, canlıydık. Taştan, kayadan farklıydık. Avlanıyor, yiyor, içiyorduk. Seviyor, sevişiyor, ağlıyor, gülüyor, çokça acı çekiyor, mutlu oluyorduk. Belirlemediğimiz bir gün doğuyor, zaman içinde büyüyor… ve sonunda yine belirlemediğimiz bir gün ölüp gidiyorduk.

Tüm bunların bir anlamı yok muydu?

Olmalıydı elbet. Gök gürlüyor, volkanlar patlıyorsa; yağmur yağıyor, kuşlar kanatlarını açıp süzülüyorsa; güneş tepede parıldıyorsa ve tüm bunların ortasında insan, sonu ölüm olan epik bir maceranın mecburi kahramanıysa bir anlamı olmalıydı. Eğer buradaysak bir nedeni olmalıydı. Ve kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz bulunmalıydı.  Atalarımızın bu kadim sorulara her zaman doğru yanıtları verdiği söylenemez. Ama bu doğru olmayan yanıtların oldukça yaratıcı sonuçlar doğurduğu da bir gerçek. Öyle ki, şaşırtıcı derecede zengin ve renkli mitolojileri ortaya çıkaran işte bu doğru olmayan yaratıcı yanıtlardı. İnsanoğlu karanlığı def eden Güneş’e, parlak yüzlü Ay’a taptı; ona cömert olana bereketiyle karşılık veren toprağı ana saydı, kutsallaştırdı; ölümün son olmadığını ispatlasın diye ruhlara, yaşamın süreceği bir öteki dünyaya inandı; o dünyaya ulaşabilmeleri için ölülerini törenlerle gömdü, mumyaladı; göz alıcı mezarlar, başı bulutlara çarpan yapılar, görkemli tapınaklar yaptı…

Metropolis

Ve gün geldi, daha dün kendi suretindeki heykellere tapınan insan, –kâğıt üzerinde bile olsa– bu kez kendi suretinde bir insan yaratmanın hayaline kapıldı. Yaşamı yıkımlarla dolu bir kadının, Mary Shelley’nin, henüz yirmi yaşında bile değilken yazdığı Frankenstein ya da Modern Prometheus adlı romanda Dr. Frankenstein, bu hayali –yarattığı canavar olarak görülse de- gerçeğe dönüştürmeyi başardı. Frankenstein’ın canavarı, intikam ateşiyle tutuşan bir insan kadar acımasız ve yıkım getiren planlar yapacak kadar zekiydi. Kısacası, insan zekâsına sahip ilk yapay insan, yine insanın düş gücüyle yaratılmıştı ve henüz organ naklinin olmadığı bir dünyada kaleme alınan böylesi bir romanın, modern bilimkurgunun atası sayılması şaşırtıcı değildi.

Bilimkurgunun yerinde saymaya niyeti yoktu. Kapı bir kez aralanmıştı. İnsan gibi düşünebilen, akıl yürütebilen, öğrenebilen yapay zekâlı bilgisayar ve robotlar, Dr. Frankenstein’ın hayat verdiği canavarın peşi sıra dünyamıza sızıverdi. 1927’de Fritz Lang, büyük bütçeyle çektiği Metropolis (1927) adlı şaheserini izleyiciyle buluşturdu. Lang bu sessiz filmde, sömürü sistemine dayalı düzene bir eleştiri getiriyor ve bunu da bir makineden farksız hale getirilmiş (robotlaştırılmış) işçiler ile onların çalışması sayesinde rahat bir hayat süren diğerleri arasındaki keskin çizgiye dikkat çekerek yapıyordu. İnsanın makineleşmesi bir mucit tarafından yaratılan robot-insan ile de enikonu pekiştiriliyordu.

rur robot

Çekoslovak yazar Karel Čapek, bu filmden tam yedi sene önce, yani 1920’de kaleme aldığı Rossum’un Evrensel Robotları (Rossum’s Universal Robots) adlı tiyatro oyununda, adeta geleceğe göz atmasına izin verilmişçesine insanın yerine çalışacak robotlar düşlüyordu. Bilimkurguya metalik bir dokunuş yapan Čapek, böylece literatüre robot kavramını armağan etmiş oldu. Bilimkurgu sineması üzerinde güçlü bir etki yaratan, Asimov dâhil birçok bilimkurgu yazarına ilham olan Rossum’un Evrensel Robotları, aslında tüketmekten öte bir iş yapmasına gerek kalmayan insanın lanetli cennetini tasvir etmekteydi.

2008 tarihli animasyon filmi Wall-E ilk bakışta eğlencelik bir film gibi görünse de, sırtını Čapek’in eserine yaslıyor ve seyirciyi, tüketim toplumunun gelebileceği en uç noktalarda ürkütücü bir gezintiye çıkarıyordu. Animasyon, insanoğlunun, bir gün yeniden dönmek umuduyla çöp yığınları arasında nefessiz kalan dünyayı terk edip, bir uzay gemisinde yaşamaya başlamasını konu ediniyordu. Ancak insanoğlu, zamanla yuvasına dönme hayalini unutuyor, uçan lüks koltuklara ve sanal ekranlara mahkûm olup yürümeyi bile unutuyordu. Bu ütopya görünümlü distopya piramidinin en tepesinde, uzay gemisinin otomatik pilotu yapay zekâlı AUTO bulunmaktaydı. İnsanoğlu, tanrılaşan AUTO’nun sunduğu ilizyonun büyüsü altında, onu insan yapan her şeyden uzaklaşmış, tüketmekten ötesini yapmayan besili organik robotlara dönüşmüş durumdaydı. Wall-E distopik bir gelecek portresi çiziyor gibi görünse de aslında şu an içinde bulunduğumuz hali gözler önüne sermekten ötesini yapmıyordu.

AUTO’nun esin kaynağı, bilimkurgunun babalarından sayılan Arthur C. Clarke’ın 2001: Bir Uzay Destanı (2001: A Space Odyssey) adlı romanında çıkıyordu karşımıza. Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye uyarlanan roman, usta yönetmenin dokunuşuyla sinema tarihinin kültleri arasında yer almakta gecikmiyordu. Uzay Aracı Keşif-1’in (Discovery One) Jupiter’e doğru yolculuğunu, yani bir gezene yapılan ilk insanlı serüveni konu edinen filmde, mürettebat altı kişiden oluşmaktaydı. Bunlardan beşi insan, altıncısı ise HAL 9000 (Heuristically programmed ALgorithmic computer) isimli yapay zekâya sahip bir süper bilgisayardı. Diğerleri ona kısaca Hal diye sesleniyordu. Bu, onu kendilerinden biri olarak gördüklerinin de göstergesiydi. Hal söylenenleri anlamak, bunlara karşılık vermek, yüzleri tanımak, mimikleri değerlendirmek, dudak okumak, satranç oynamak gibi özelliklere sahipti. Ancak mürettebatın geri kalanıyla anlaşmazlığa düşünce kapatılacağını anlayan Hal, zekâsını, kendisini yaratanları yok etme yolunda kullanmaya karar veriyordu. Hal’ın kurduğu şu cümle, belki de insanoğlunun sonunu getirecek ilk adımın haberciydi: “Üzgünüm Dave. Korkarım bunu yapamam.”

Gerçekte neler olur bilinmez, ama bilimkurgu sinemasında, bir yapay zekânın yaratıcısını boş verip kendi kararlarını alması, insanoğlunun kıyameti olmuştur çoğunlukla. Bu kıyamet senaryosuna belki de en iyi örnek James Cameron tarafından yazılıp yönetilen Yokedici (The Terminator / 1984) ve Terminatör 2: Mahşer Günü (Terminator 2: Judgment Day / 1991) olarak gösterilebilir. Bu filmlerde can düşmanımız olarak karşımıza çıkan Skynet, Amerikan ordusu için Cyberdyne Systems tarafından yaratılan yapay zekâya sahip bir bilgisayar sistemidir. Küresel enformasyon şebekesi / dijital savunma ağı olarak yapılmıştır ve tüm askeri sistemler onun kontrolü altındadır. Ancak varlığının farkına varan Skynet, insanlığı bir tehdit olarak görür ve sonradan Mahşer Günü (Judgment Day) olarak isimlendirilecek 29 Ağustos 1997’de insanlığa karşı nükleer bir savaş başlatır. Hayatta kalanları yok etmek için de ölümcül makineler tasarlar. Hatta isyancıların liderini (ve liderin annesini) öldürmek için geçmişe katil robotlar bile gönderir. Kısacası başlattığı savaşı kazanmak için elinden geleni ardında koymaz.

Soğuk Savaş Dönemi’ndeki nükleer savaş endişesini konu edinen Savaş Oyunları’nda (WarGames / 1983) atari salonlarına ve bilgisayarlara tutkun David (Matthew Broderick) askeri süper bilgisayar WOPR (War Operation Plan Response) ile iletişime geçmeyi başarır, ama onunla strateji oyunu oynadığını sanırken 3. Dünya Savaşı’nı başlatmanın eşiğine gelir. Michael Crichton tarafından yazılıp yönetilen Batı Dünyası’nda (Westworld / 1973) Yul Brynner’ın canlandırdığı Gunslinger, T-800 misali önüne gelene kurşun yağdırır. 2015 tarihli Ex Machina’da Ava (Alicia Vikander) zekâsını ve güzelliğini kullanıp bir insanı kendine âşık eder ve bu yolla tutsak edildiği yerden kaçmaya çalışır. Bir Philip K. Dick öyküsünden (Second Variety) uyarlanan Çığlıklar’da (Screamers / 1995) kendi kendilerini tamir edebilen ve gittikçe akıllanıp gelişen pençeler (claws) insan ile makine arasındaki çizgiyi şeffaflaştırır.

Böyle olaylarla yüz yüze gelme olasılığı, yapay zekâ ve bize benzeyen robotlar yapma yarışına giriştiğimiz şu günlerde en ürkütücü kâbuslarımızdan biri olarak aklımızın bir köşesinde dolanmakta. Bilimkurgunun en üretken yazarı Isaac Asimov’un da bu konuya kafa yormuş olması bizi şaşırtmasa gerek. Amerikan bilimkurgusunun, çılgın bilim adamları ve katil robotların istilası altında olduğu bir dönemde daktilosunun başına geçen Asimov, robotları farklı bir açıdan ele alır. Onları kendi yaratıcılarını yok edecek canavarlar olarak görmez. İlk kez 1942 tarihli Runaround öyküsünde gün yüzüne çıkardığı Üç Robot Yasası ile konu hakkındaki görüşlerini bir standarda bağlar. Bu üç yasa öyle kabul görür ki diğer bilimkurgu yazarları da öykülerini bu üç yasaya göre kaleme almaya başlar. Bu yasalar şu şekildir:

  • Birinci Yasa: Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
  • İkinci Yasa: Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
  • Üçüncü Yasa: Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.

Asimov üç yasayı Ben, Robot (I, Robot / 1950) adlı meşhur eserinde de kullandı. Kitaptaki öykülerde, bu yasalara bağlı robotları zorlu durumlarla yüz yüze getirip adeta kendi koyduğu kurallara meydan okudu. Ancak 2004 yılında, bu eserini aynı adla sinemaya uyarlayan senaristler, yasaların etrafından dolanmanın bir yolunu buldu. Filmde, U.S Robotics tarafından üretilen yapay zekâya sahip süper bilgisayar VIKI (Virtual Interactive Kinesthetic Interface) evrim geçirdikçe üç yasayı farklı şekilde algılamaya başlıyordu. Sonunda kontrolünü ele geçirdiği NS-5 robotlarını, insanları evlerine hapsetmek için kullanan VIKI, aslında doğru bir şey yaptığını düşünüyordu. Amacı, savaş çıkaran, birbirine ve dünyaya zarar veren insanları korumaktı. Böylece yasalara karşı gelmediğini, aksine hizmet ettiğini sanmaktaydı.

Asimov bu filmi izlese ne düşünürdü bilinmez, ancak insanlığı, kendine ve çevresine zarar veren bir tür olarak gören tek yapay zekâ VIKI değildi. 1999’da Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği Matrix, yapay zekaya sahip makinelerin, parazitten farksız gördüğü insanoğlunu bir simülasyon içine hapsetmelerini anlatıyordu. İnsanlar sanal bir dünyada olduklarından habersiz, sıradan hayatlarını yaşayıp gitmekteydi. Bu gerçeğin farkına varan Thomas Anderson da (Keanu Reeves) Neo olarak insanlığı kurtarmaya soyunuyor ve üç film boyunca makinelerle amansız bir mücadeleye girişiyordu.

Elbette yapay zekâyı ve robotları konu alan tüm filmlerin bir kıyamet senaryosu olduğunu söyleyemeyiz. Brian Aldiss’in Supertoys Last All Summer Long adlı öyküsünden uyarlanan ve Spielberg imzalı modern bir Pinokyo masalı olan Yapay Zekâ’da (Artificial Intelligence: AI / 2001) kahramanımız robot çocuk David (Haley Joel Osment) gerçek bir çocuk olmaktan başka bir şey istemiyor, film boyunca Mavi Peri’yi arayıp duruyordu. 2015 yapımı Chappie’de sevgi dolu robotumuz, kendisini kaçıran suçluları anne babası olarak görecek kadar iyi yürekliydi. Ve bir 80’ler klasiği Kısa Devre’de (Short Circuit / 1986) Nova Robotics Şirketi tarafından ordu için üretilen, ölümcül silahlarla donatılmış robotlardan biri olan 5 Numara (Number Five) yaşamaktan ve hayatın tadını çıkarmaktan fazlasını istemiyordu. Kim bilir, belki bizim de tıpkı 5 Numara gibi yaşamın keyfine varmaktan ötesini düşünmediğimiz bir gün gelir, ne dersiniz?

Yazar: Kadri Kerem Karanfil

Bu hesap, artık hayatta olmayan bir yazara aittir. (1980-2021)Bilimkurgu Kulübü emektarı. Yalnız bilimkurguyla değil, korku ve çocuk edebiyatıyla da ilgili. Stephen King'in sadık okuyucusu. Ray Bradbury'nin büyük hayranı. 80'lere ait korku filmlerinin tutkunu.

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu uzayli yaratik ahtapot

Erken Dönem Bilimkurgusunun Garip Uzaylıları

İnsanlığın uzaylılar hakkındaki fikirleri bin yıllar boyunca evrim geçirdi, ancak televizyon çağından önce bu fikirler …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et