Bilimkurgu Filmlerine Dair 10 Çılgın Hayran Teorisi

Hayran teorileri zaman zaman çılgın hatta saçma olabiliyor. Ancak genellikle eğlenceli ve büyüleyici. Lise edebiyat bilgileriyle donanmış milyonlarca izleyici arasından çıkan nispeten keskin zekalı ve dikkatli biri, bir filmdeki küçük ayrıntıları fark eder ve onu mantığın sınırlarını zorlayarak zenginleştirir. Bu amatör sinema analistlerine göre başka filmlere atıflar açıkça önümüzdedir; karakterlerin gizli karanlık tabiatları ve geleceğin alametleri gözler önünde gizlenmektedir. Bu zekice hayran teorilerinin açıklayamadığı tek şey, film yapımcılarının neden bu kadar önemli, kilit taşı denebilecek unsurları, günün birinde bir hayran tarafından çözülmesini umut ederek sakladıklarıdır.

Tüm türler içinde özellikle bilimkurgu filmleri bu teorilerden büyük ölçüde payını alır. Belki yüksek popülariteleri belki de zaten doğaları gereği tuhaf unsurlar içermeleri bunun sebebi olabilir. Her halükarda internette bilimkurgu filmleri hakkında gayet de gerçek olabilecek birçok eğlenceli teori dolaşıyor. İşte onlardan 10 tanesi karşınızda…

Korkmuş Küçük Çocuk Aslında Jurassic World’ün Kahramanı

Orjinal Jurassic Park (1993)‘ta üç önemli çocuk karakter karşımıza çıkıyor. Tüm film boyunca Velociraptorlardan kurtulmaya çalışan Tim (Joseph Mazzello) ve Lex (Ariana Richards) parkın mimarı olan John Hammond’ın torunları. Ancak filmde yalnızca bir sahnede görünen, gerçek bir adı bile olmayan bir çocuğun daha varlığı dikkat çekiyor.

Whit Hertford tarafından canlandırılan ‘gönüllü çocuk’, Montana’daki bir kazı alanındaki kalıntıları anlatırken Dr. Alan Grant’e (Sam Neill) kanatlı dinozorlar hakkında açıklamalar yapmasına yardımcı oluyor. Gönüllü çocuğun pek etkilenmemiş görünmesi ve küçük dinozoru bir hindiye benzetmesi Dr. Grant’i kışkırtmış olacak ki, Grant çocuğa dönüyor ve ‘bir raptorun eline geçtiği takdirde başına gelecekleri’ canlı ve vahşi bir biçimde anlatıyor.

Tuhaf ama ikna edici bir hayran teorisi, o gönüllü çocuğun Dr. Grant’in raptorlara “biraz saygı gösterme” önerisini yürekten kabul ettiğini öne sürüyor. O çocuk büyüyor ve araştırma yapmak ve güvenliği sağlamak için işe alınan eski asker yeni hayvan davranış uzmanı Owen Grady oluyor. Owen’ı, Hertford’la hemen hemen aynı yaşta olan Chris Pratt’ın canlandırıyor oluşu ve bir noktada raptorları anladığını çünkü “saygıya dayalı bir ilişkiye” sahip olduklarını söylemesi de bu teoriyi destekleyen argümanlar olarak sıralanıyor.

Jurassic Park’taki Dinozorlar Sahteydi

JURASSIC PARK

Yazar Michael Crichton‘ın çok satan başarılı tekno-gerilim romanından, Steven Spielberg tarafından sinemaya uyarlanan Jurassic Park, 1993’te vizyona girdiğinde gişe rekoru kırdı. Fikir yalın ve çekiciydi. Kalıntı DNA’lardan yeniden üretilen dinozorlarla dolu muhteşem bir tema parkı; ta ki yaratıklar kontrolden çıkıp tehlike saçana dek. Filmde Jurassic Park, Dr. John Hammond’ın dahiyane fikri ile, bir kehribarın içinde doğal yollarla korunmuş sivrisinekteki kandan ayrıştırılan dinozor DNA’larının kullanılması ile oluşturulmuştu. Dinozorların daha sonra neden öfkelendiklerini ise Dr. Henry Wu açıklamıştı. Wu’nun açıklamasına göre sivrisinekten alınan genetik materyalde eksik parçalar bulunduğu için bu kısımlar başka hayvanlardan parçalarla doldurulmuştu.

Bu bilgiler, Dr. Hammond’un bir şarlatan olduğu ve kariyerine pire sirki şovmeni olarak başladığı itirafı ile de birleşince, Park’taki dinozorların aslında dinozor olmadığı teorisine yol açtı. Bu hayran teorisine göre elde olan mevcut dinozor DNA’sında eksiklikler yoktu. Çünkü elde bir dinozor DNA’sı yoktu! Hammond ve Wu halkın zihnindeki dinozor imajına uygun yaratıklar oluşturmak için her türlü hayvanın genetik materyalini bir araya getirdi ve adeta baştan yarattı. Bu teori parktaki dinozorların neden bilimsel olarak uygun olmadığını da açıklıyor. Eğer gerçek dinozor DNA’ları kullanılsaydı, örneğin yaratıkların tüyleri olmalıydı ya da velosiraptorlar çok daha küçük görünmeliydi.

İnsanlar Pandora’ya Daha Önce Ayak Basmıştı

Avatar filmi 2009 yılında gösterime girdiğinde öylesine beğeni topladı ki tüm zamanların en yüksek gişe hasılatı yapan filmi oldu.

James Cameron‘un gözler önüne serdiği büyüleyici manzaralar ve hayranlık uyandıran egzotik Navi yaratıklarının sarhoşluğu ile izleyicilerin film evreni hakkında sorgulamalar yapmaya fırsat bulamadıkları söylenebilir. İlkin, Navilerin insanlarla (ya da avatarları ile) ruhsal ve fiziksel düzeyde iletişim ve ilişki kurmaya uygun olmaları, mavi ten ve birkaç küçük özellik dışında neredeyse tamamen insana benzemeleri gözden kaçırılmamalı.

Bir hayran teorisine göre bunun oldukça sağlam bir açıklaması var: “Navilerin kökeni insanlara dayanıyor!”

Jake Sully ve seleflerinin unobtanium madeni için Pandora‘ya ayak basmalarından yüzyıllar önce, insanlardan oluşan başka bir ekibin burayı keşfettiğini öne süren bu teoriye göre tıpkı Jake ve Neytiri’nin aşık olması gibi, bu eski zaman astronotları da yerli ırktan çok etkilenmiş, nihayetinde iki ırkın birleşmesinden bazı insan özellikleri de taşıyan Naviler türemişti.

E.T. Aslında Bir Jedi

E.T

70’lerin sonları ve 80’lerin başlarında Star Wars orjinal üçlemesi ve E.T. filmleri oldukça popülerdi. Bu iki efsanenin yapımcıları George Lucas ve Steven Spielberg oldukça yakın arkadaştılar ve kendi filmlerinin içine diğer filme dair sürpriz atıflar gizlemişlerdi. Bu hareketleri hayranlar tarafından E.T. karakteri hakkında bilinmeyenleri ortaya döken bir teorinin temeli olarak yorumlandı. Bu teori, E.T. karakterinin Star Wars evrenine nasıl da uyduğunu açıklıyordu.

82 yapımı filmde Elliott (Henry Thomas), küçük uzaylı dostunu bir hayalet kostümüyle kamufle ederek şeker toplamaya götürdüğünde, E.T. yanından Yoda kostümü giymiş bir çocuk geçtiğini görür ve heyecanlanarak gürültü çıkarır. Bu durum E.T.’nin, Yoda’nın ırkını tanıdığını düşündürdü. Yaklaşık 20 yıl sonra Lucas’a ait ‘Star Wars: Episode 1: The Phantom Menace’de, Galaktik Senato’da tıpkı E.T.’ye benzeyen delegelerin bulunduğu bir sahne dikkati çekmekteydi.

Teoriye göre tüm bunlar Star Wars ile E.T.’nin aynı evrende geçtiğini, dahası telekinezi, telepati gibi yetenekleri düşünüldüğünde E.T.’nin büyük ihtimalle bir Jedi olduğunu ortaya koymakta.

Boba Fett + Sarlacc Çukuru =Snoke

Star Wars‘ın 2010’larda yayımlanan üçlemesi, 9 filmlik seriyi tamamlarken aynı zamanda Rey, Kylo Ren ve Snoke gibi yeni karakterleri izleyiciye tanıttı. Kylo Ren’i Jediların yolundan uzaklaşmaya ve karanlık tarafın hakimiyet savaşında kendi sağ kolu olmaya ikna eden kişi, İlk Düzen’in Yüce Lideri Snoke idi. Peki neden özellikle Kylo Ren’i kendi tarafına çekmeye çalışıyordu?

Bir teoriye göre, bunun nedeni Ren’in ailesidir. Snoke, geçmişte Ren’in soyuyla husumeti olan birinin yeniden doğmuş halidir.

Serinin ‘The Empire Strikes Back’ filminde Darth Vader, Han Solo’yu ele geçirmek için ödül avcısı Boba Fett’le anlaşmış ve onu bir düşmanı olan Jabba the Hutt’a teslim etmeyi planlamıştı. Return of the Jedi’da Boba Fett, Solo’nun talihsiz infazına katılır ve bu da kendisi için bir trajediyle sonuçlanır. Solo, Fett’in aracına saldırır ve onu, orada öldüğü varsayılan Sarlacc çukuruna gönderir. Peki ya hayranların en sevdiği ödül avcısı orada ölmediyse ve bunun yerine kelimenin tam anlamıyla sürünerek çıkıp İlk Düzeni de kendisiyle beraber yükseltti ise… Bu durumda Han Solo’ya karşı ciddi bir kin beslemesi kaçınılmaz olacaktır ve intikam için Solo’nun oğlu Kylo Ren’i karanlık tarafa çekmek iyi bir yol gibi görünebilir. Bu teori aynı zamanda Sarlacc’ta geçirdiği günleri düşününce, Snoke’un korkunç görünümünü de açıklamakta.

George McFly Oğlunun Zaman Yolculuğu Yaptığını Biliyordu

Muhtemelen Geleceğe Dönüş serisi ile ilgili en uzun ve cevaplaması zor soru şudur: Nasıl oldu da ne George McFly ne de Lorraine McFly, oğulları Marty’nin tıpatıp geçmişte tanıdıkları Calvin Klein’a benzediğini ve onun gibi davrandığını fark etmediler? Ve lisedeyken beraber olmaları için bu kadar çabalayan garip yabancının kim olduğunu düşünmediler? Reddit’te teorilerini yayımlayan birkaç hayrana bakarsanız Marty’nin babası aslında meseleyi çözmüştü.

George Mcfly bir bilimkurgu hayranı ve başarılı bilimkurgu romanı “A Match Made in Space”in yazarıydı. Bilimkurguya olan ilgisi gerçek hayatta karşısına çıkabilecek ipuçlarına karşı da duyarlı olmasını sağlamalıydı. Teoriye göre George, oğlu büyüdükçe ve Calvin Klein’in yaşına yaklaştıkça benzerliği fark etmiş olmalıydı. Ayrıca Klein’in kendisine göre gelecekte kalan atıflarını (henüz Star Trek yayımlanmamışken Vulkan gezegeninden bahsetmesi, üretilmeye başlamadan önce Pepsi Free sipariş etmeye çalışması vs.) hatırlamış ve yapbozun parçalarını birleştirerek sonuca ulaşmış olmalıydı. Durumu bildiğini Marty’ye asla söylemedi, çünkü Marty’nin üstlendiği görev –Lorraine ile birlikte olmalarını garantiye almak için- muhakkak yerine getirilmesi gereken bir görevdi.

Cobb’un Totemi Topaç Değildi

Christopher Nolan‘ın 2010 yılında yayınlanan şaşırtıcı, akıl almaz bilimkurgu gerilim filmi Inception bir rüya. Ya da değil. Ya da bir rüyanın içindeki bir rüyanın içindeki bir rüya. Inception ile ilgili en net bilgi izleyicilerin neyin “gerçek” neyin rüya olduğunu anlamasının son derece zor olması. Dom Cobb ve ekibi, bu bilinmezliğe açıklık getirmek için ilginç bir yola başvurur. Cobb’un totemi gümüş bir topaçdır. Topaç devrilmeden sürekli dönüyorsa bu rüyada oldukları anlamına gelir. Ama nihayetinde dönmeyi bırakıp devrilirse bu sefer fizik kurallarının komutayı devraldığını ve gerçek hayatta olduklarını anlarlar.

Nolan belirsiz bir sonla filmin ucunu açık bırakmayı tercih etmiştir. Son sahnede topacı döndürür ve durup durmadığını görmemize izin vermeden yürüyüp gider.

Filmin bazı özenli izleyicileri, ortada apaçık başka bir ipucu bulunduğunu ve Cobb’un alyansının O’nun gerçek totemi olduğunu öne sürmektedir. Cobb’un gerçek hayatta alyansını takmaya devam etmemesine rağmen rüya olduğu bilinen sahnelerde onun hep parmağında olması bu teoriyi destekliyor. Buna göre Cobb gözlerini açıp parmaklarının boş olduğunu gördüğünde gerçek hayatta bulunduğunu anlıyor.

Uzaylılar Aslında Şeytandı

signs

M. Night Shyamalan, Signs filmi ile The Sixth Sense ve Unbreakable‘ın ardından üçüncü kez büyük başarı yakaladı. Çiftliklerindeki tüyler ürpertici dev işaretlerin yanı sıra gökyüzünde tuhaf ışıklar keşfeden eski rahip Graham Hess (Mel Gibson) ve ailesinin başından geçenleri anlatan filmde, bu şekillerin müsebbibi olan uzaylılar Dünya’yı işgal ediyordu. Hess ailesinin evine girmelerinden kısa süre sonra da sudan zarar gördüklerini fark ederiz. Evet, Dünya’yı yaşanılabilir kılan ve insan vücudunun %70’ini oluşturan sudan…

Muhtemelen her yerin su olduğu, hatta ısınan suyun gökyüzüne doğru ilerlediği bir gezegene inmek düşüncesizceydi. Fakat bir hayran teorisine inanmayı seçerseniz durum bundan ibaret değil. Bu teoriye göre filmdeki uzaylılar aslında Dünya’yı terörize etmek için yer altından gönderilen şeytanlar. Eski rahibin evinde sudan etkilenmelerinin sebebi ise rahibin yıllarca dindarlığı ve duaları ile borularındaki sıradan suyu fark etmeden kutsal suya dönüştürmüş olması.

Her Şey Bir Rüyaydı, Tıpkı Söylenildiği Gibi

Steven Spielberg

Klasik kurgu anlatısının en büyük klişelerinden biri ‘meğer rüyaymış’ konseptidir. Kahramanın akıllara durgunluk veren deneyimi, biz ‘bütün bunların içinden nasıl çıkacak?‘ diye tırnaklarımızı yerken, kahramanın uykudan uyanmasıyla sonlanır. İzleyiciler bu klişeden bıkmış olsa da yapımcılar tarafından hala başvurulan bir anlatı şekli olabilmektedir. Bilikurgunun ustalarından Philip K. Dick’in bir öyküsünden uyarlanan ‘Minority Report‘ filmine dair bu teori de bu klişeye dayanıyor. .

Filmde Tom Cruise, ‘Precogların’ psişik kehanet vizyonları sayesinde katilleri cinayetten önce tutuklayabilen gelecekteki polis biriminin üyesi John Anderton olarak karşımızdadır. Henüz gerçekleşmemiş bir cinayetle suçlanan Anderton, kendini büyük bir kargaşanın içinde bulur. Yakalanır ve sanal gerçeklik hapishanesine yerleştirilir. Filmin devamında bu sanal hapishaneden kaçar, kötü adamı bulur ve film mutlu sonla biter. Peki gerçek böyle mi acaba? Gardiyanın hapsedilme sahnesinde alaycı bir tavırla söylediği “Burada tüm hayallerinizin gerçekleştiğini söylüyorlar” sözünden de yola çıkan kimi hayran teorisyenlere göre ise gardiyanın da söylediği gibi Anderton’un tüm hayalleri gerçek oldu -kaçmak, kurtulmak-. Ama aslında hepsi sanal gerçekliğin bir parçasıydı.

Filmde Birden Fazla Amfibi Yaratık Vardı

2018 En İyi Film Akademi ödüllü, Guillermo Del Toro yapımı ‘The Shape of Water‘ filmi genel sinema kategorilerinin ötesine geçmişti. Aşk, kimlik bağlama gibi evrensel insani deneyimleri derinlikle işleyen bir mecazdı adeta. Ana hikaye, gizli bir araştırma laboratuvarında çalışan ve konuşma yetisi bulunmayan Elisa adlı bir temizlik görevlisi ile tesisin en dikkat çekici sakini olan Güney Amerikalı amfibi (balık-insan) hakkındaydı. Derin, kalıcı, anlamlı ilişkileri, her ikisinin de toplum dışı kimlikleri ve bariz farkları düşünüldüğünde imkansız görünmekteydi.

Forbes yazarı Paul Tassi’ye göre ise aşkları o kadar da garipsenmemeli, çünkü aslında Elisa da bir balık-insandı. Boynundaki -sonradan solungaçlara dönüşen- kesikler nedeniyle konuşamıyordu. Tıpkı balıklar gibi. Dahası bebekken bir nehrin (belki de içinden çıktığı bir nehrin) kenarında bulunmuştu. Film boyunca suyla arası hep çok iyiydi ve nihayetinde sahip olduğu yeni solungaçlara oldukça iyi uyum sağlamıştı.

Kaynak

Yazar: Almıla İkra Akgül

Ay heyecanlandım, bilemedim şimdi!

İlginizi Çekebilir

battlestar galactica

Battlestar Galactica’nın Bilimkurguda Bıraktığı Derin İzler

Battlestar Galactica, kendi yarattığı robotlar tarafından soykırıma uğrayıp kaçak durumuna düşen bir grup insanın hikâyesi …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et