Kimi yönetmenler vardır, film çektikçe pişer ve sonunda bir an gelir ve zirve noktasına ulaşır. Big Fish ile Tim Burton veya Schindler’s List ile Steven Spielberg gibi. Kimi yönetmenler de kariyerine zirvede başlar ve yavaş yavaş düşüşe geçer. Örneğin M. Night Shyamalan bunlardan biridir. Kimi yönetmenlerin ise hedefledikleri bir seviye vardır ve o seviyeyi yakalayan bir film çektikten sonra daha iyisini çekebileceklerine inanmadıkları için filmlerinin kaliteli olması adına uğraşmazlar ve tabiri caizse kafalarına göre takılan filmler çekerler. Bu duruma en iyi örnek olarak da The Fall adlı başyapıtını çektikten sonra bir daha iyi film çekmek için uğraşmamış olan Tarsem Singh gösterilebilir.
Yazının konusu olan yönetmen Neill Blomkamp da ikinci sınıfta yer alan yönetmenlerden biri. Sonradan çektiği hiçbir filmi, ilk uzun metrajlı filmi kadar iyi olmamıştır. Gelin, kariyerinin tamamı bilimkurgu filmlerinden oluşan yönetmenimizin sinema macerasını kısaca hatırlayalım ve kariyerine şöyle bir göz atalım.
17 Eylül 1979 Johannesburg doğumlu yönetmenimiz, orta sınıf bir işçi ailesinden gelmedir. Pixar’ın 1987 tarihli Red’s Dream adlı animasyonundan sonra bilgisayar destekli, üç boyutlu animasyon filmleri çekmek çocukluk hayali olur. Pixar’ın 1995 tarihli Toy Story animasyonundan sonra ise bu hedefi saf bir çocukluk hayali olmanın ötesine götürür ve kesin olarak karar verir. Aynı yıl, ileride yakın dostluk kuracağı ve tüm filmlerinde rol vereceği Sharlto Copley ile tanışır. Copley’in kendisine ait küçük bir yapım şirketi vardır ve Blomkamp’a bilgisayarlarını kullanması için izin verir. Orada hazırladığı, süreleri birkaç saniye ile bir dakika arasında değişen animasyonlar sayesinde Kanada’daki Vancouver Film Okulu’nun 3 Boyutlu animasyon bölümüne tam burslu olarak girer ve 1997’de Kanada’ya yerleşir. Eğitimi sırasında türlü reklam projelerinde stajyer olarak başarılı işlere imza atar. Stargate SG-1 dizisinin görsel efekt ekibinde iş bulur. Sonraki yıl ise Firts Wave ve Mercy Point dizilerinin efektlerini hazırlar. Artık işe iyice ısınmıştır. 2000 yılında James Cameron’ın yapımcısı olduğu Dark Angel dizisinin pilot bölümünde animatörlük yapar. Ertesi yıl ise başrollerinde Kevin Costner ve Kurt Russell’in oynadığı 3000 Miles to Graceland filminin açılış jeneriğindeki kavga eden akrepler animasyonuna imza atar.
2002 yılında Bif Naked’in Tango Shoes şarkısına çektiği video klip ile ilk yönetmenlik deneyimini yaşar. 2003’te yine Bif Naked’in Choking In The Truth şarkısının video klibini ve bir de Nike reklam filmini çeker. 2004 yılında Citroen’in hepimizin çok iyi bildiği dans eden Transformers reklam filmiyle ses getirir. Aynı yıl bir de Nike reklam filmine imza atsa da, asıl olay Tetra Vaal adlı ilk kısa filmini çekmesidir. Memleketi Johannesburg’da görev yapan bir robot polisin iki dakikalık öyküsünü anlattığı bu kısa filmiyle birlikte diğer projelerde çalışmayı bırakır ve yalnızca kendi projelerine yönelir. 2005’te Alive In Joburg adlı kısa filmi dikkatli gözlerden kaçmaz. Johannesburg’a gelen uzaylıları ilk kez bu kısa filmde izleriz. 2006’da çektiği Yellow adlı kısa filminde, insan gibi yaşamaya çalışan bir androidin öyküsünü anlatır bize. Aynı yıl Tembot adlı bir diğer kısa filmiyle de büro işlerinde çalışan bir robotun maceralarını aktarır. 2007 yılında ise Halo oyununun Landfall adlı kısa filmiyle karşımıza çıkar.
Hayatını değiştiren yıl 2008 olur. Peter Jackson ile Crossing The Line adlı kısa filmi çeker. Blomkamp’ın geçmişte yaptığı işleri de inceleyen Jackson, özellikle Alive In Joburg‘a bayılır ve başyapıt olarak gördüğü bu kısa filmin uzun metrajlı olarak da çekilmesi için gereken maddi ve manevi desteği verir. Blomkamp ve eşi Terri Tatchell, bu kez uzun metrajlı bir senaryo kaleme alır ve 2009 yılında District 9 gösterime girer. Blomkamp müthiş bir ahde vefa örneği göstererek, daha 16 yaşındayken kendisine ilk kez olanak sunan Sharlto Copley‘i filmin başrolüne koyar.
Johannesburg üzerinde beliren devasa uzay gemisiyle iletişim çabaları sonuçsuz kalınca, devlet çareyi gemiye asker göndermekte bulur. Ne var ki karşılaşılan manzara içler acısıdır. Uzun süredir gemide mahsur kaldıkları ve yeterli şekilde beslenemedikleri için sersefil olmuş binlerce uzaylı, mülteci statüsüne alınarak alelacele kurulan kamplara yerleştirilir. Sonrası tam anlamıyla bir keşmekeşe döner. Uzaylılara fahiş fiyatla gıda pazarlayıp karşılığında silah satın alan çeteler, teknolojilerinin peşinde olan gizli devlet kurumları, yerli halkta ortaya çıkan uzaylı karşıtlığı ve daha nicesi… Bu curcuna içinde görevini yapmaya çalışan Wikus Van De Merwe adlı kendi hâlinde bir devlet memurunun öyküsüne yoğunlaşan film, alışılmadık teması üzerinden başarılı bir siyasi hiciv ve kara mizah örneği sunar. 2009, Avatar ve Star Trek gibi iki bilimkurgu blockbuster’ının ortalığı adeta yıkıp geçtiği bir yıldır. Onlarla aynı yıl vizyona girmesi normalde bir şanssızlık olarak değerlendirilebilir, ama bu özgün yapım kendini hemen sevdirir. Üstelik de çok iyi çekilmiş ve yönetilmiştir. Rakibi olan diğer iki bilimkurgu filminin devasa bütçelerinin aksine, 30 milyon dolar gibi daha düşük bir bütçeyle kotarılmış müthiş bir yapım olarak tarihe geçer. 210 milyon dolarlık hasılatıyla da müthiş bir kâr elde eder. Peter Jackson, Neill Blomkamp’a tabiri caizse kanat takmış ve Blomkamp da uçuşa geçmiştir.
Ne var ki Blomkamp, İkarus misali güneşe çok yakın uçar ve olanlar olur…
Şimdiye kadar kariyerinde sabırla ve adım adım yükselen yönetmenimiz, bir anda James Cameron, Steven Spielberg ayarında olmak ister ve yürümeden koşmaya kalkar. Doğrudan bir Hollywood senaryosu kaleme alır. Filmin kadrosuna Matt Damon, Jodie Foster ve William Fichtner gibi Hollywood yıldızlarını da ekler. Yakın dostu Sharlto Copley bu kez filmin baş kötüsü olarak kadroda yer alır ve Elysium, 2013’te vizyona girer. Zenginlerin Dünya yörüngesindeki ultra lüks bir uzay üssünde yaşadığı ve Dünya’da kalanların da sefalet çektiği bir gelecek portresidir bu. Fabrikada işçi olarak çalışan Max, geçirdiği bir kaza sonucu ölümcül dozda radyasyona maruz kalır. Birkaç günlük ömrü kalan Max’in tek umudu Elysium adlı bu üsse kaçak yollardan girip sağlık podlarından birinde tedavi olmaktır.
Kötü bir film değildir, ancak kalite olarak ilk filminin yakınından bile geçemez. Üstüne gidilse oldukça politik bir anlatıya dönüşebilecek zengin altmetinlerine rağmen, Blomkamp basmakalıp bir konu, basmakalıp bir öykü ve basmakalıp sahneler yumağı ile klasik bir Hollywood filminden yana karar kılar. Mütevazı bir bütçeyle harikalar yaratan yönetmenimiz, bu kez 115 milyon dolarlık bir bütçeyle 280 milyon dolar hasılat elde eder.
Hem filminin hem de kendisinin çok eleştirilmesi üzerine, ilk iki filmindeki fikirleri birleştirerek 2015’te üçüncü uzunlu metrajlı filmini çeker. District 9‘da olduğu gibi Johannesburg’a geri döner ve yanına da iki Hollywood yıldızını alır: Hugh Jackman ve Sigourney Weaver. Vazgeçilmezi Sharlto Copley de elbette kadrodadır. Bu kez de 2004’te çektiği Tetra Vaal adlı kısa filmini uzun metraja çevirir ve ortaya Chappie filmi çıkar. En sevdiği bilimkurgu filmleri olarak Robocop ve The Extraterrestrial’i söyleyen Blomkamp, adeta bu ikisini Chappie filminde birleştirir. Yakın gelecekte suç oranlarının iyice arttığı Johannesburg’da, polis kuvvetlerine robot polisler de katılır. Yeni bir program yüklenerek daha insancıl düşünmesi amaçlanan robotumuz Chappie, bir soyguncu çetesi tarafından kaçırılır. Çetenin kadın üyesi Yo-Landi, robota bir anne şefkatiyle yaklaşır. Chappie yalnızca insan gibi düşünmekle kalmaz, sevgiyi ve insanlığı da sorgulamaya başlar.
Ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilen bir film olur. Tıpkı Elysium‘da olduğu gibi ‘bir şeyler‘ eksiktir. Çocuk filmi desek değildir, blockbuster ya da yönetmen filmi desek, o da değildir… Çok fazla konuya giren, çok şey anlatmaya çalışan ama daldan dala atlayan bir filmdir karşımızdaki. Adeta Neill Blomkamp’ın auteur mu, yoksa blockbuster yönetmeni mi olayım ikilemini görürüz filmde. Yaklaşık 50 milyon dolarlık yapım, 103 milyon dolar hasılat yapar. Ortada yine kâr eden bir film olmasına rağmen, Blomkamp kendisinden beklediği patlamayı yapamamıştır.
2021 yılına kadar yeni bir uzun metrajlı film çekmez. Ancak o arada tam 12 kısa filme imza atar. Ayrıca iki dizide de bölümlük yönetmen olarak görev alır. 2021 yılında bu kez bir bilimkurgu – korku filmi Demonic ile beyazperdeye geri döner. Pek çok hayranına da keşke dönmeseydi dedirtir. Hasan Karacadağ imzalı Dabbe filminin Hristiyanlık sosuna bulanmış hâli gibidir. Annesi Angela’nın işlediği cinayetler yüzünden hayatı alt üst olan Carly, yaşanan olayları hiçbir zaman unutamamıştır. Esrarengiz bir telefonun ardından, Angela’nın doğa üstü olayları incelediğini ve perde gerisinde Vatikan’a bağlı bir klinikte olduğunu öğrenir. Geliştirilen bir simülasyon teknolojisi sayesinde insan zihnini inceleyerek bilinçaltıyla bağlantı kurmayı başaran bu kişiler, Carly’i de sisteme alarak gerçek suçluyu bulmak istediklerini söyler. Carly bu yardım çağrısını yanıtsız bırakmaz, ancak olaylar annesinin bir iblis tarafından ele geçirildiğinin ortaya çıkmasıyla sıra dışı bir hâl alır.
Neill Blomkamp, bilgisayarla şeytan çıkarma gibi yenilikçi gibi görünse de aslında komik duran ve korku filmlerinin tüm basmakalıp unsurlarını beceriksizce kullanan ikinci sınıf korku filmine imza atar. Üstelik oyunculuklar da fecaat denebilecek düzeydedir.
Neill Blomkamp…
District 9 ile adeta kariyerine zirvede başlamışken, daha dördüncü uzun metrajlı filminde dibi gördü. En büyük kabahati, elbette bir an önce zirveye çıkma aşkıyla boyundan büyük işlere kalkışmasıydı. Yönetmen sineması ile harikalar yaratabilecekken, blockbuster yönetmeni olmak istedi. Tutunamayınca çıkış yaptığı noktaya da geri dönemedi ve biz bilimkurguseverlerin potansiyeli çok büyük bir yönetmeni kaybetmesine neden oldu.