Korku ve gerilimin ustası Alfred Hitchcock‘un, uzun ve verimli kariyeri boyunca çekmeye niyetlendiği tek bilimkurgu film projesinin ayrıntıları geçtiğimiz yıl gün yüzüne çıktı. Henry K. Miller, The First True Hitchcock: The Making of a Filmmaker adlı kitabında bu projeye, öncesinde oluşan zemine ve o yıllarda bu eksende cereyan eden olaylara ayrıntılı olarak yer verdi. Gerilim ustasının çekmeye niyetlendiği film ise bilimkurgunun ustası H.G. Wells‘in kaleminden çıkma bir kısa romanın, “Gelecek Günlerin Hikâyesi“nin uyarlamasıydı. Gelecek Günlerin Hikâyesi, ilk olarak 1897 yılının Haziran ve Ekim ayları arasında İngiliz edebiyat dergisi The Pall Mall Magazine‘de tefrika hâlinde yayımlandı. Kısa romanın tamamı ise 1899’da, yani hoş bir rastlantı olarak Hitchcock’un doğum yılında basıldı. Hitchcock’un ilk gençlik yıllarında, çoğunlukla içinde doğup yetiştiği Viktorya ve Edward döneminin gerçekçi hikâyelerini ve Wells’inkiler başta olmak üzere bilimkurgu eserlerini okuduğunu biliyoruz. Bu şüphesiz söz konusu uyarlamayı çekmek istemesinin en büyük sebebiydi. Yalnız burada, genç Hitchcock’u bu işe teşvik eden, daha doğrusu cesaretlendiren bir unsur daha vardı. O da Fritz Lang‘ın Metropolis‘iydi.
Yıl 1926’dır. Alfred Hitchcock, “ilk gerçek Hitchcock filmi” diye nitelendirdiği The Lodger (Kiracı)‘ı çekmeye başlamıştır. Bir seri katil hikâyesi olan film, gerçekten de Hitchcock’un tarzının oturduğu yapımdır. Üstelik Hitchcock’un imzası gibi olan cameo rolleri The Lodger’la başlar. Yönetmen, bu filmde bir gazete editörünü canlandırarak konuk oyuncu olarak karşımıza çıkar. Aynı sıralarda Fritz Lang başka bir film çekmekteydi. Lang Metropolis’i, Hitchcock’un ilk uzun metrajlı filmi olan The Pleasure Garden üzerinde çalışmaya başlamasından önce, Mayıs 1925’te çekmeye soyunmuştu ve toplamda 17 ayda tamamlanacak film hâlâ yapım aşamasındaydı. Bu arada Hitchcock iki film daha yapmıştı. Hitchcock, bu bitmemiş destan hakkında içeriden bir görüşe sahip olmalıydı çünkü Evening Standard’ın film eleştirmeni olan arkadaşı Walter Mycroft, 1926’nın başında Ufa’nın Berlin yakınlarındaki stüdyosunu ziyareti sırasında Metropolis’in bazı kısımlarını görmüştü. Zaten bilindiği gibi Fritz Lang, Metropolis’i çekmeden önce aynı zamanda eşi olan senarist Thea von Harbou’dan senaryoyu romanlaştırmasını istemişti. Roman önce 1925’te tefrika hâlinde, ertesi yıl da bütün olarak yayımlanmıştı. Yani konu biliniyordu. Üstelik direkt olarak dile getirilmese de, film bir nevi H. G. Wells imzalı Efendi Uyanıyor romanının uyarlaması gibiydi.
Metropolis’in galası Mart 1927’de Londra’da, Oxford Street’teki Marble Arch Pavilion’da gerçekleşti; The Lodger’ın aynı mekândaki galasından iki ay sonra. Filmi izleyenler arasında H. G. Wells de vardı ve muhtemelen film hakkında yapılabilecek en olumsuz eleştiriyi de o yapmıştı. Fritz Lang, Metropolis’in Wells’in tasvir ettikleriyle pek çok bağlantı içerdiğini kabul etti. Zaten Wells de bunu fark etti: Gökdelenlerle bezenmiş şehir, köleleştirilmiş proletarya, kitlesel duyguların manipülasyonu gibi kendi yazdığı gelecek öngörüleri… 17 Nisan 1927’de New York Times’ta bir eleştiri kaleme aldı ve filmi yerden yere vurdu. Bu sert eleştirilerin en büyük sebebi kendi eserinden intihal yapıldığını düşünmesi değil, filmin kendi gençlik dönemi eserinin de zayıf noktası olarak nitelendirdiği gelecek öngörüleriydi. Yani Efendi Uyanıyor’un ilk basımının üstünden 30 yıl geçtiği ve bu zaman diliminde dünya da yerinde durmayıp geliştiği hâlde, yüz yıl sonrası için hâlâ aynı çerçevede şeyler tasvir etmek filmin mimarlarını yaratıcılık adına sınıfta bırakmıştı. Tasvir edilenlerin bir kısmı zaten gerçekleşmişti, bir kısmı da gerçekleşmeyecek kadar mantıksızdı.
Wells, “dünyanın en saçma filmi“ni izlediğini söyleyerek buna harcanan 6 milyon Mark’a hayıflanıyordu. “Otuz yıl önceki gençlik eserim Efendi Uyanıyor’un çürüyen parçalarının bu girdabın içinde yüzdüğünü görüyorum. (…) Čapek’in robotları gitmiş, yerlerine Mary Shelley’nin ruhsuz mekanik canavarı gelmiş. Özgün, bağımsız bir fikir yok,” diyordu. Nüfusun çoğunun harcama gücüne sahip olmadığı mekanik bir medeniyette zenginlik olasılığının olmadığını dile getiriyor, anlatılan makineleşmeyi eğreti; sistemi işlevsiz ve mantık dışı buluyordu.
Wells’inkilere paralel bir eleştiri de günümüzde Patrick Ward‘dan gelmiştir. Ona göre de Metropolis’in ciddi kusurları vardır. İşçiler ile patronlar (veya eller ile zihinler) arasındaki arabulucunun kalp olması gerektiği temel mesajı tehlikelidir. Ve filmdeki ahlâk anlayışı, yalnızca yöneticilerin açgözlülüğüne karşı değil, aynı zamanda işçilerin “akılsızca(!)” devrime yönlendirilmesine de karşıdır. Lang da Almanya’dan ayrılışının ardından Metropolis’le ilgili memnuniyetsizliğini dile getirip: “O günlerde şu an sahip olduğum kadar politik bilince sahip değildim. El ile beyin arasındaki aracının kalp olduğunu söyleyerek sosyal bilinçli bir tablo oluşturamazsınız. Demek istediğim, bu bir peri masalı,” diyerek özeleştiride bulunacaktır. Hatta Wells, Lang’e bir sitem yahut ders mahiyetinde, 1936’da William Cameron Menzies’in çekeceği Things to Come filminin senaryosunu yazacaktır. Wells’in Metropolis eleştirisi Hitchcock’un da şevkini kırdı mı bilinmez ama Efendi Uyanıyor’la art arda basılan Gelecek Günlerin Hikâyesi’nde de beyaz perdeye taşımak istediği öngörüler vardı.
Gelecek Günlerin Hikâyesi, Viktorya Dönemi’nde yazılmış bir 22. yüzyıl distopyasıdır. İki sevgiliyi merkeze alarak 22. yüzyıl Londra’sını anlatır. Aşırı kentleşme, sınıf çatışması, tıp, iletişim, ulaşım ve tarım teknolojisindeki ilerlemelerin sonuçlarına eğilir. Londra’nın nüfusu 30 milyonun üzerine çıkmıştır. Alt gelir düzeyindekiler yer altı evlerinde, orta ve üst sınıflar ise gökdelenlerde ve bugünkü rezidans mantığındaki yerlerde yaşamaktadır. Kırsal alanlar çoğunlukla boşalmıştır. Roman diğer önemli tespitleri yanında kitlesel kentleşme, gökdelenler, hareketli kaldırımlar, süper otoyollar, reklamlar, kitle iletişim araçları, psikoterapi ve jet hızında seyahat eden kıtalararası uçaklara yönelik teknik gelişmeleri de öngörmektedir. Sosyo-ekonomik olarak çok katmanlı bir sınıf yapısı vardır ve az sayıda mega şirketin tüm üretim araçlarını kontrol ettiği büyük ölçüde komünal bir toplum portresi çizilmektedir. Bu gelecekte hipnoz ise çok önemli bir yere gelmiştir.
Hitchcock’un bilimkurgu projesiyle ilgili ilk haberler, The Lodger’ın basına gösterilmesinden bir ay sonra, Ekim 1926’da geldi. Kinematograph Weekly adına Hitchcock’la “gelecekte geçen filmi” hakkında konuşan yazar ve eleştirmen PL Mannock, “Metropolis’i hariç tutarsak, gelecek günlerin beyaz perdedeki ilk öngörüsü olacak,” diyerek Wells’in filme ilham olan romanının adına gönderme yapıp eklemiştir: “Televizyon dramatik bir şekilde kullanılacak ve Sir Alan Cobham muhtemelen havacılıkla ilgili bölümlere danışmanlık yapacak.” O yıllarda fiilen Hitchcock’un basın temsilcisi olarak görev yapan Walter Mycroft, birkaç gün önce filme dair “gelecek neslin hayatına bir bakış, devasa uçaklar, televizyon gibi gelişmeler” anahtar kelimelerini duyurmuştur. Hem televizyonculuğa hem de havacılığa yapılan göndermeler filmi tam da doğru zamana yerleştirmiştir.
26 Ocak 1926’da, İskoç mucit ve mühendis John Logie Baird, dünyaya televizyonu takdim etmiştir. Diğer yandan, aynı zamanda filmin danışmanı olan ve İngiliz havacılığı için en önemli isimler arasında gösterilen Alan Cobham, Afrika kıtasını uçarak geçmiş, yolculuğu filme alınıp “With Cobham to the Cape” adıyla sinemalarda gösterilmiştir. Daha yakın tarihte ise Avustralya’ya gidip dönmüş, hatta bu yolculukta mühendisi Irak semalarında vurularak öldürülmüştür.
Hitchcock’un bu filmine sponsor olacak şirket British National, yerli film üretimini canlandırmak, kolonilere deniz taşımacılığıyla İngiliz desteği sağlamak ve böylece sinemanın gidişatını tersine çevirmek için siyasi bir girişimle yakından bağlantılıydı. The Lodger’ı çektiği Gainsborough Company ise Güney Afrika elmas servetinin mirasçıları tarafından finanse edilmiş gibi görünüyordu. Hitchcock, bir sebeple tasarladığı bu yeni filmin mevcut koşullar altında çekilemeyeceğine karar verdi ve bundan bir daha hiç bahsetmedi. Hitchcock’un, gerek filmlerinde gerekse kamuoyuna yaptığı açıklamalarda siyasete ilgisizliğini vurguladığı düşünülürse bu garip gelebilir. Ancak şu açıklaması belki bu durumu anlamaya yardımcı olur:
“Her zaman sosyolojik öneme sahip filmler yapmak istedim, ama buna izin verilmedi.”
Örneğin, hem İngiltere’de hem de Amerika’da çektiği filmlerin pek azı politik temaya sahip olmasına rağmen, 1938’de –Hollywood’a geçişinden kısa bir süre önce- 1926’daki Genel Grev’i filme dönüştürmek ve insanlara bunun arkasındaki dramı olanca gerçekliğiyle göstermek istediğini, ancak sansürün buna izin vermeyeceğini bildiği için teşebbüs etmediğini söyler. Hitchcock’un bilimkurgu yorumu nasıl olurdu hiç bilemeyeceğiz. Ama onun gibi bir ustanın elinden kuşkusuz çok özel bir film ve muhtemelen başarılı da bir uyarlama çıkardı. Bilimkurgu sineması neredeyse bir asır önceki kaybını henüz yeni fark ediyor.
Yararlanılan Kaynaklar: