Sinek Olmak ya da Olmamak: İşte Bütün Mesele Bu

Pek az filmin hem orijinal ilk çekimi hem de yıllar sonraki yeniden çekimi birden klasik mertebesine erişebilmekte. Genellikle ve çoğunlukla, yeniden çekimler kalite itibariyle eskisinin yanına bile yaklaşamayan felaketler olarak sinema tarihinin çöplüğünde yer alırken, David Cronenberg’in 1986’da yönettiği Sinek, bu konuda örnek gösterilebilecek bir istisna. Hem George Langelaan’ın 1957’de Playboy dergisinde yayımlanan aynı adlı kısa öyküsünden 1958’de sinemaya uyarlanan, Kurt Neumann’ın yönettiği Sinek, hem de Cronenberg’in 1986 versiyonu, ikisi de farklı yönleriyle birer şaheser olarak ön plana çıkıyor. (Yeri gelmişken, bilimkurgu sinemasında aslını aratmayan yeniden çekimlere diğer bazı örnekler için Kadri Kerem Karanfil’in yazısını tavsiye ederim.)

Bu yazıda, ağırlığı Langelaan’ın kısa öyküsüne ve 1958’de Neumann’ın yönettiği, David Hedison’un, Patricia Owens’in ve Vincent Price’ın başrollerinde oynadığı sürümüne vererek, ana öykü ile iki film uyarlamasını karşılaştıracağım. Filmler arasında karakterler, olay örgüsü, ana temada yoğunlaştıkları yönler ve aradan geçen yıllarda gelişen bilimden ötürü işin içine moleküler genetiğin girmesi gibi değişiklikler mevcut. Sırf onun filmlerini sınıflandırmak için neredeyse bilimkurguda “bugpunk(böcek çılgınlığı) diye alt bir dalın ortaya çıktığı David Cronenberg’in 1986’daki Sinek’inin ayrıntılı analizi için ise İsmail Yamanol’un “The Fly: Sinek Küçüktür Ama Mide Bulandırır” başlıklı yazısını muhakkak okumalısınız.

George Langelaan

Öncelikle, anlatıdaki ayrıntılara girmeden ana öyküyü hatırlayalım. Teleportasyon, yani bir nesneyi bir yerden bir yere ışık hızında nakletmek üzerinde deneyler yapan bir bilim insanı (erkek) vardır. Bunu başardığında, insanlığın tekerleğin icadından beri en önemli ikinci buluşunu gerçekleştirmiş olacağını düşünmektedir. Uzun yollar, bir yerden bir yere saatlerce süren yolculuklar tarihe karışacaktır. Bilim insanı, cansız nesneleri “ışınlamayı” başarmasının ardından deneylerini canlılar üzerinde denemeye başlar. Hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerde başlangıçta yine başarısız olur. Sorunu çözdüğünden emin olduğunda ise ışınlamayı bu sefer kendi üzerinde dener. Ama sürpriz; teleportasyon kabinine o fark etmeden kendisiyle beraber bir sinek de girmiştir! Ve diğer kabinden çıktığında artık hibrit bir “canavara” dönüşmüş, bir sinek-insan olmuştur.

1958’deki film, George Langelaan’ın öyküsüne son derece sadık kalmış. Olay örgüsü hemen hemen aynı ilerliyor. Bilim adamı karakterimiz Andre Delambre’nin erkek kardeşi Francois’in gecenin bir yarısında telefonu çalar. -Elbette ki cep telefonu değil, 1957’deyiz!- Arayan, yengesi yani Andre’nin karısı Helene’dir. (1986’daki filmde bilim adamı karakter Seth Brundle bekârdır ve Veronica adlı gazeteci sevgilisi vardır.) Helene telefonda, Andre’yi öldürdüğünü söylemekte ve Francois’dan polisi aramasını istemektedir. Üstelik, Francois’ın kardeşi olan kocasını fabrikalarındaki metal baskı makinesinde ezerek öldürmüştür. Bu noktada Francois’ın bunu öğrendiğinde yengesine hiç kızmamasını, neredeyse tepki göstermemesini, hatta Helene’i korumaya çalışmasını öyküyü okurken oldukça garipsemiştim ama filmde, Francois’ın Helene’e aşık olduğu ama Helene’in geçmişte Andre’yi tercih edip onunla evlendiği bir diyalogda açıkça geçince anlayabildim. Langelaan’ın öyküsünde ise bu duruma hiç değinilmiyor. Fabrikada baskı makinesinin altındaki cesedin Andre’ye ait olduğu, 1940’taki savaşta geri çekilme esnasında yakınlarına düşen bir bomba nedeniyle oluşan yara izinden tespit edilir. Öykünün Paris yakınlarında geçmesi, yer yer diyaloglardaki Fransızca kelimelerle beraber düşünüldüğünde, bu 1940’taki geri çekilme derken Langelaan çok büyük ihtimal, Christopher Nolan’ın 2017’de filme de çektiği tarihteki meşhur 1940’taki Dunkirk tahliyesine gönderme yapıyor.

The Fly, 1958

Francois’in polisi aramasıyla olay yerine gelen Komiser Charas, Helene’i sorgular ama Helene kocasını neden öldürdüğünü anlatmamakta ısrar etmekte ve buna yönelik sorulara “Bu soruya cevap veremem” diye cevap vermektedir. Makinedeki göstergeye göre baskı makinesi iki kere çalıştırılmıştır, gece bekçisi de o gece makinenin iki kere çalıştığını duyduğunu söylemektedir ama Helene yine de makineyi bir kere çalıştırdığında ısrarcıdır. Bunu saklamak istemesinin sebebi, daha sonra öğreneceğimiz üzere, Andre’nin kendi üzerinde yaptığı ışınlama deneyindeki kazanın sonunda bir sinek bacağına dönüşen kolunun makinenin ilk seferinde dışarıda kalmasıdır. Helene, sonradan Francois’a yazdığı mektupta bütün olanları açıklayacaktır: Andre’nin deneyinin sonuçlarının bilinmesinin yol açabileceği sorunlar dolayısıyla deney notlarını ortadan kaldırdığını, kendisi dâhil her şeyi yok etmek istemesini, Andre’yi bu yüzden onun isteği üzerine öldürdüğünü, geride hiçbir iz kalmaması için de dışarıda kalan sinek kolunu ikinci kez baskı makinesinde ezdiğini itiraf edecektir. Fakat mektup açığa çıkmadan önce, polisler Helene’in delirdiği kararına varmıştır ve Helene de hapishane yerine bir akıl hastanesine kapatılmıştır.

Helene buradaki günlerini sinek avlayarak (kelimenin gerçek anlamıyla) geçirmektedir. Andre’nin, “Air Ministry” (Havacılık Bakanlığı) için çalıştığını da öykünün başında öğreniriz. Ölümünün ardından Andre’nin deney notlarından arda kalanları toplamak için gelmişlerdir. Francois, Komiser Charas’ın ilk sorgusunda kardeşinin ne üzerinde çalıştığı sorusuna “maddenin yapı taşlarına ayrışmasıyla ilgili” diye yanıtlamış ama bilgisi olmadığı için ayrıntı verememiştir. Helene’in deliliğinin bir göstergesi olan bu sinek avlama işi, Andre’nin ölümü ve Helene’in akıl hastanesine yatırılması sonrasında velayeti Francois’a verilen oğulları Henri’nin bir öğle yemeğinde amcasına “Amca, sinekler uzun yaşar mı?” diye sormasıyla esrarengiz bir hal almıştır. Henri, babasının ortadan kaybolduğu gün (ışınlamayı kendi üzerinde denemesinin ardından Andre evdeki laboratuardan dışarı çıkmamış, Helene ile daktiloda yazdığı notlar üzerinden irtibat kurmuş, yemek olarak sadece süt ve şeker istemiştir.) annesine kafası beyaz olan garip bir sineği gösterdiğini, annesinin onu salıvermesini söylediğini (çünkü henüz Andre’nin başına gelenlerden habersizdir) ama sonra günler boyunca evde ve bahçede o beyaz kafalı sineğin peşine düştüklerini anlatır. Çünkü, sonradan öğreniriz ki Andre’nin deneyi esnasında kendisiyle beraber kabine giren sinekle atomları yer değiştirmiştir. Bu nokta, iki film arasındaki en önemli farkı oluşturmaktadır.

TheFly
The Fly, 1986

1958’deki filmde, teleportasyon cihazı bilim adamı ile sineğin atomlarını birbirine karıştırırken, diğer kabinde sinek kafasına ve kollarına sahip Andre ile Andre’nin kafasına ve kollarına sahip minik sinek ayrı birer varlık olarak çıkmıştır. Cronenberg’in 1986’daki filminde ise, artık o yıllarda DNA ve moleküler genetiğin bilinmesinin katkısıyla cihaz, sineğin ve bilim adamı Seth Brundle’ın yaşam kodlarını tek bir bedende birleştirmiştir. Ve ikinci film, insan bedeninin yavaş yavaş, yeni DNA kodu sayesinde ayrıntılarıyla bir sineğe dönüşmesini ana merkezine almaktadır. 1958’deki ilk filmde ve Langelaan’ın öyküsünde ise, herhangi bir dönüşüm süreci yoktur. Andre cihazdan çıktığında artık bir sinek kafasına ve sol kolu yerine bir sinek bacağına sahiptir. Andre, daktiloda yazıp kapının ardından Helene’e ilettiği notlarda beyaz kafalı bir sineğin bulunmasını istemektedir. Çünkü ancak kendi kafasını taşıyan o sinekle beraber kabine tekrar girdiğinde her şeyin eski haline döneceğini düşünmektedir.

Langelaan’ın öyküsü ile 1958’deki film arasındaki başka iki önemli fark daha bulunmaktadır. Öyküde, ilk başarısız hayvan deneyi Andre ile Helene’in sahiplenmiş olduğu Dandelo adlı kedidir. Ve ışınlamanın ardından diğer kabinde kedi ortaya hiç çıkmaz. Atomları ayrışarak dağınık halde etrafa yayılmıştır. 1958’deki filmde de bu sahneye yer verilmiştir, üstelik komik bir şekilde anlık olarak film adeta fantastik bir boyut kazanarak laboratuarda gaipten kedi miyavlaması sesleri verilerek! Öyküde, beyaz kafalı sineği bulamayınca filmden farklı olarak Andre, Helene’in ısrarı üzerine tekrar kabine girip son kez boş bir umutla her şeyin düzeleceği düşüncesiyle cihazı çalıştırdığında, bu sefer ilk deneyin ardından o boşlukta dolaşan kedi atomlarıyla da birleşerek iyice korkunç bir canavara, sinek-kedi-insana dönüşür. Artık düzeleceğine dair bütün ümidini yitirerek Helene’den kendisini fabrikalarındaki baskı makinesinde ezerek yok etmesini ister.

1958’deki filmin sonu da Langelaan’ın öyküsünden farklıdır ama kesinlikle çok daha etkileyicidir. Hatta bu final sahnesi sinema tarihinin kült sahnelerinden biri olarak kabul edilmektedir. Öykü, Helene’in mektubunu daha önce okuyan Francois ve Komiser Charas’ın mektubu okuması ardından yaptıkları konuşmayla bitmektedir. (filmde Helene mektup yazmak yerine Komiser Charas’a ve Francois’e olayları bizzat anlatmaktadır, ama bunu Francois’ın Helene’i beyaz kafalı sineği bulduğunu söyleyerek kandırması yüzünden yapmaktadır) Bu konuşmada öğreniriz ki, Francois o gün kardeşi Andre’nin mezarına gitmiştir ve Komiser Charas onu mezara bir kibrit kutusunu gömerken görmüştür. Kibrit kutusunun içinde, Francois’ın bahçede bir örümcek ağında bulduğu ve iki taşın arasında ezerek öldürdüğü beyaz kafalı sinek vardır.

Filmin final sahnesinde ise, Helene tam akıl hastanesine götürülecekken (öyküden farklı ve bence saçma olarak filmde, Helene günler boyunca tutuklanmadan evinde vakit geçirmeye devam etmiştir), oğlu Henri odaya girer ve bahçedeki örümcek ağında beyaz kafalı sineği gördüğünü söyler. Helene’den olanları dinlemiş olan ama inanmayan, Helene’in Andre’nin başına gelenler hakkında anlattığı şeylerin onun deliliğine kanıt olduğunu düşünen, hatta “Ben bir polisim, bilimkurgu hayranı değilim!” diye tepki vermiş olan Komiser Charas ile Francois bahçeye koşarlar. Sinek vızıltısı gibi çok ince bir sesle “Yardım edin, yardım edin” diye bağırarak sesini duyurmaya çalışan beyaz kafalı bir sinek, bir örümcek ağına takılmıştır ve örümcek gittikçe ona yaklaşmaktadır. Örümcek, sonunda kıskaçlarıyla tam imdat çığlığı atan sineği yakalamışken Komiser yerden büyükçe bir taş alarak örümcekle beraber sineği ezer. Bu kült sahneyi aşağıdan izleyebilirsiniz.

Langelaan’ın öyküsü ve Neumann’ın 1958 yapımı filmi ile Cronenberg’in 1986 yapımı filmi arasında en önemli farkın, odaklandıkları nokta olduğunu söylemiştim. Cronenberg, oldukça başarılı bir şekilde, orijinal öyküde bahsedilmeyen ve zaten anlık gerçekleşen dönüşüm sürecini ayrıntılarıyla işliyor. İnsan etinin sineğe başkalaşım süreci, en iyi makyaj dalında Oscar kazandıracak kadar korkunç, tiksinç ve bu yüzden başarılı. Cronenberg, öykünün eksenini bu başkalaşıma yerleştirerek akla Franz Kafka’nın meşhur Dönüşüm öyküsünü de getiriyor. Ama bizi, Gregor Samsa’nın bir sabah bunaltıcı kâbuslarından uyandığında kendisini böcek olarak bulmasının önceki gününe götürüyor adeta. Böceğe dönüşüm oldukça kuvvetli bir metafor. Yabancılaşma, toplumdan soyutlanma, bedene duyulan tiksinti gibi alt açılımları barındırıyor. Böceklerin beyni farklı çalışıyor, ikinci filmde dendiği üzere diplomasi yapmıyorlar, acımasızlar. Orhan Veli’nin meşhur “Düşünme, arzu et sade. Bak böcekler de öyle yapıyor.” şiirini de not düşmek gerekiyor. Bu yönleriyle böcekler, insanın en ilkel katmanında, bilinçaltında barındırdığı duyguları simgeliyor. Bu yüzden, aslında hepimiz içimizde etimizden dışarı çıkmak isteyen bir sinek taşıyoruz.

Cronenberg, filmle ilgili bir röportajında Sinek’te hastalık ve ölüm gibi bütün insanların eninde sonunda karşısına çıkan evrensel durumu anlatmak istediğini söylüyor. Cronenberg’in filmi, 80’li yıllardaki AIDS salgınının insanlarda uyandırdığı korkudan yola çıkarak AIDS’in kültürel bir metaforu olarak da yorumlanıyor. Çünkü o yıllarda henüz günümüzdeki gibi HIV pozitif hastaları taşıyıcı olarak ayakta tutan herhangi bir ilaç tedavisi de olmadığı için, virüsü kapan kişilerin vücutları tıpkı Sinek’teki Seth Brundle gibi dönüşüme uğramakta, çökmekte ve savunma hücrelerini tamamen kaybeden vücutlarının parazitler ve kanser tarafından işgal edilmesiyle en yakın çevreleri tarafından bile yalnızlığa terk edilmekteydiler.

Langelaan’ın öyküsü ve 1958’deki ilk film de üstü kapalı şekilde insanın bilinçaltındaki şiddet ve acımasızlık konusuna değiniyor zannediyorum. Belki abartılı aşırı okuma yapıyor olabilirim ama, gerek öyküdeki Andre adlı bilim adamı karakterin Dunkirk tahliyesinden kurtulmuş olması, Havacılık Bakanlığı için çalışıyor olması, baskı makinesinin iki kez kullanılmak zorunda kalması (insanlığın üzerinden silindir gibi geçen I. ve II. Dünya Savaşlarına bir gönderme olabilir mi?), filmin başındaki sinek vızıltısının tonunun tıpkı havada sorti yapan bir savaş uçağının çıkardığı sesi andırmasını hep beraber düşündüğümde, sanki Langelaan öyküsüyle bize savaşın insanı adeta canavara dönüştüren yüzüne dair bir şeyler anlatmak istiyor. Bu tezimdeki başka bir dayanağım da, Fransa doğumlu İngiliz yazar George Langelaan’ın, II. Dünya Savaşı’nda istihbarat ajanı olarak görev almış ve görevinin ardından tanınmamak için yüzüne estetik operasyon geçirmiş olması. Belki o da bu operasyondan sonra yeni yüzünü aynada ilk kez gördüğünde, öyküsündeki karakter gibi hissetmiştir. Öyküde ve her iki filmde ortak olan bir başka temanın ise, Mary Shelley’in Frankenstein’ından beri bilimkurgunun ana konularından “kendi yaptığı bilimsel bir deneyin sonucunda ortaya bir canavarın çıkması” olduğunu da not etmeden geçmeyelim.

Sonuç olarak, hem öykü, hem bu öyküden esinlenilerek çekilen 1958 ve 1986 tarihli filmler, barındırdıkları metafor katmanlarıyla oldukça zengin anlamlara kapı aralıyor. Ancak ilk filmin çekilen devam yapımları (Sineğin Dönüşü, 1959; Sineğin Laneti, 1965) ile ikinci filmin devam yapımı (Sinek II, 1989), ticari kaygıyla olsa gerek işi iyice aksiyona bağlayarak ana anlatıdan uzaklaşmıştı.

Yararlanılan Kaynaklar:

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

İnsan Neden Anlatma İhtiyacı Duyar?

Düşüncenin sapakları vardır, düşündükçe önümüzde yol ayrımları belirir ve devamlı geçişler yaşarız. Fakat ayrımların sebep …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et