The Predator

Shane Black Bekleneni Veremiyor: The Predator

The Predator’un Shane Black tarafından yönetileceğini duyduğumuzda, “karizmatik” yaratığın sinemadaki iade-i itibarının tekrar geri verileceğine inandık. Alien vs. Predator serisi (2004-2007) ve Robert Rodriguez yapımcılığında görücüye çıkan Predators (2010) vasat denilebilecek işlerdi. Lethal Weapon (1987), The Last Boy Scout (1991) ve The Long Kiss Goodnight’da (1996) senaristlik; Kiss Kiss Bang Bang (2005), Iron Man 3 (2013) ve The Nice Guysta (2016) hem senaristlik hem de yönetmenlik yapan Shane Black, sinema konusundaki yeteneklerini uzun süre önce kanıtlamış bir isim. Black, kariyerinin başında orijinal Predator (1987) yapımında Hawkins karakterini canlandırmış ve filmin senaryosuna da ufak katkılar sağlamıştı. Dolayısıyla “The Predator” projesinin başına Black’in gelmesi isabetli bir karar olarak gözükmekteydi; fakat ortaya çıkan sonuç tek kelimeyle bir felaket.

Kadrosunda Boyd Holbrook, Keegan-Michael Key, Thomas Jane, Trevante Rhodes ve Sterling K. Brown gibi sevilen oyuncuları barındıran yapım, karakterlerini “zorlama” ve kimi anlarda “komik” olmaya çalışan senaryosuyla heba ediyor. Bazı sahnelerin beğenilmeyip yeniden çekilmesi, silinen kimi planlar ve finalinin de büyük oranda değişikliğe uğraması oyunculuklar üzerinde -devamlılık açısından- problemlere neden olmuş. Senaryo, işin “komiklik” tarafını büyük oranda Coyle (Keegan-Michael Key) üzerinden halletmeye çalışıyor. Coyle’in esprileri başlarda “güldürme” amacıyla işe yarasa da giderek yersiz yere sıralanması hem hikâyenin gerilim içermesi gereken anlarını baltalıyor, hem de seyir sevkini rahatsız eder hale getiriyor. Ayrıca yaratığı araştırmakla görevli bir bilim insanı olan Doktor Casey Bracket’in (Olivia Munn) eline silahı aldıktan sonra, yapımın sonuna dek profesyonel bir askerden aşağı kalmaması senaryonun “zeki (!)” tarafına ufak bir örnek.

The Predator

Quinn McKenna (Boyd Holbrook), bir uyuşturucu kartelinin yasa dışı faaliyetine yönelik yapılacak operasyonda keskin nişancı olarak görevlidir. Tam da operasyon sırasında emir beklerken, bulunduğu bölgenin hemen yakınına bir uzay gemisi düşer. Operasyon iptal olur ve düşen geminin yanına gider. Geminin parçalanan bölümünden bir kask ve kol zırhı bulur; bu esnada ölümcül yaratık “Predator” ile de yüz yüze gelir. Yaratık ile olan kısa süreli mücadelesi sırasında hükümet görevlileri de olay bölgesine gelir ve McKenna elindeki yabancı materyaller ile kaçmayı başarır. Görmemesi gereken bir durum yaşayan deneyimli asker, hükümet görevlilerinin de kendi peşine düşeceğini öngörerek elindeki yabancı materyalleri eski eşinin evine posta yoluyla gönderir; fakat McKenna’nın otistik bir “dâhi” olan oğlu Roy McKenna (Jacop Tremblay), posta kutusundan çıkan zırhın bir iletişim aracı olduğunu keşfeder. Cihazı kurcalamasıyla da dünyaya düşen “kaçak” Predator’un peşinde olan suikastçı yaratığa farkında olmadan koordinatları gönderir.

Shane Black gibi kariyerinde senaristlik anlamında yetkin işler ortaya koymuş birinin böylesi zorlama denilebilecek bir senaryoya imza atması oldukça şaşırtıcı. Senaryo temelde, tesadüfler sonucu dünyanın kurtarıcısı konumuna yerleşen bir karakteri konu ediniyor. Orijinal Predator yapımı, basit ama gerilim ve gizem duygusunun tavan yaptığı bir senaryoya sahipti. İlk film, Orta Amerika’da rehine kurtarma görevinde bulunan özel bir time musallat olan avcı yaratığı anlatıyordu. Ekip üyeleri bir bir avlanılıyor ve hayatta kalan son kişi, intikam amacıyla gizemli yaratığa  karşı bireysel bir savaş başlatıyordu. Basit bir -B sınıfı- savaş filmi havasında başlayan yapım, yaratığın devreye girmesiyle adeta şahlanarak rotasını bilimkurguya doğru kaydırıyordu. Çünkü seyirciyi savaş atmosferi içinde birden ters köşe ederek şaşırtmayı başarıyordu; savaş, artık insan insana karşı değil; dünya dışından gelene karşı evrilmişti.

The Predator
Çıkarılmış sahnelere bir örnek: Komando Predatorler.

Orijinal yapımın bu “basit” ama “etkili” mekaniklerini bizzat gören Black, -tabiri caizse- yapımını kötü senaryosuyla sabote ediyor. Nihayetinde hükümet görevlilerince yakalanan Mckenna sorguya çekildiği sırada, oğlu evinde suikastçı Predator ile farkında olmadan iletişimde bulunuyor ve Dünya’ya gelmesine sebep oluyor; aynı akşam tutsak tutulan diğer Predator, Mckenna’nın bulunduğu üsten kaçmayı başarıyor; gene aynı gece Mckenna, akıl sağlığı şüpheli bir grup askeri mahkumun olduğu otobüse yerleştiriliyor; üssün birden kırmızı alarma geçmesiyle de otobüsün kontrolünü ele geçirmeyi fırsat biliyorlar. Aslında Predator ve “genetik olarak değişime uğramış” suikastçı Predator’un mücadelesine odaklanması gereken hikâye, bir süre sonra Mckenna’nın oğlunu merkezine alıyor. Mckenna’nın zoraki olarak dâhil olduğu bu patalojik askeri grup, adeta birer melek kesilerek hem başkarakterimiz hem de oğlu için hayatlarını riske atmaktan çekinmiyorlar.

Sterling K. Brown, hükmet ajanı Traeger rolüyle yapımın kötü adamı olarak boy gösteriyor; Coyle ve beraberindekilerin -senaryo gereği- her dakika “zoraki” olarak espri yapmak zorunda kaldıkları her hallerinden belli. Jake Busey, yapımdaki tek büyük sürpriz; babası Gary Busey, Predator 2’de (1990) özel ajan Peter Keyes rolüyle yer almıştı. Shane Black, cameo olarak ilk filmin yıldızı Arnold Schwarzenegger’in gözükmesini çok istemişti; fakat senaryoyu beğenmediğini belirten ünlü oyuncu teklifi reddetti. Ekip içindeki en deneyimli oyuncu olan Thomas Jane, filmin “komik” olma çabaları yüzünden potansiyelini yansıtamıyor. Tekrar çekimler ve kurgudaki oynamalardan dolayı, oyuncuların “karakter” motivasyonlarındaki değişiklikleri sonlarda net bir şekilde fark ediliyor. Vasat bir yönetim ve senaryodan dolayı oyuncuların da istenileni verememesi oldukça doğal.

The Predator

Orijinal Predator’un tema müziklerine yer verilmesi belli bir nostalji duygusu yaratıyor; Alan Silvestri bu evren ile özdeşleşen temaları başarıyla bestelemişti. Yapım, Predator evrenini genişletmese de, yaratıkların bulundukları gezegenlerdeki en gelişmiş canlıların DNA’larını toplayıp, kendilerini genetik ve fiziki olarak geliştirebildikleri bilgisini veriyor. Bağlı olduğu grubun Dünya’nın iklimini değiştirip bir Predator dünyasına dönüştürüleceğini öğrenen yaratığımız, insanlığa yardım etmek amacıyla Dünya’ya geliyor; peşinde ise Ultimate Predator” olarak adlandırılan genetik olarak gelişmiş yaratık var. Fakat sinemada Yautja’yı (Predator) tekrar görmeyi özleyen bizlerin hevesi, Yautja’mızın kısa sürede öldürülmesinden dolayı kursağımızda kalıyor; vizyon öncesi yayımlanan fragmanlarda da Yautja’nın ön planda olacağı algısı yaratılmıştı.

Yapımın, serinin ilk iki filmdeki olayların sonrasına odaklanması Predator’un sinemada tekrar hakkının teslim edilmesi amacıyla önemliydi. Popüler kültürde önemli bir yere sahip olan Predator, filmler haricinde çizgi roman dünyasında da çok önemli bir yere sahip. Sinemanın bir diğer ikonik yaratığı Alien’ı 90’lı yılların başlarında çizgi romanlarda, oyunlarda Predator ile karşı karşıya getirmek ilginçti ve hatta işe de yaramıştı; fakat benzer durum AVP filmleriyle sinemada aynı etkiyi yaratamamıştı; sinemada bir daha da karşı karşıya gelmeleri artık çok zor. Shane Black, belli ki serinin kendini tekrar etmemesi için taze bir bakış açısının peşine düşmüş. Ridley Scott, Prometheus (2012) ve Alien: Covenant (2017) ile 1979’da yarattıığı “Alien” mitolojisine büyük zarar verip, serinin beyazperdedeki geleceğini de tehlikeye sokmuştu; Covenant’ın devam projesi halen belirsizliğini koruyor. Black, filmin espri düzeyini kontrolsüz bir seviyede tutarak adeta bir komedi filmine imza atıyor; serinin hayranlarının beklentilerini çöpe atıp, önceki yapımların bir parodisini önümüze sunuyor.

The Predator

İnsanlık diğer Predator’lerle savaşabilsin diye Dünya’ya bir silah bırakan iyi niyetli Yautja’mız, geleceğimiz konusunda endişe duymakta. Kullanıldığında kişiyi adeta bir Iron Man’a dönüştüren silah, final sahnesinde karşımıza çıkarılmasıyla izleyicinin beyninde de patlama ve bir soru yaratıyor: “Acaba bir sonraki yapım, ‘Iron Man Predator’e Karşı’ mı olacak?” Sektör, “bir de bunu deneyelim” derse hiç şaşırmayalım. Umarız ilerleyen zamanlarda gerçek bir “Predator” filmiyle karizmatik Avcı‘mızı tekrar avlanırken görebiliriz.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

atlas

Samanyolu’ndan Andromeda’ya Uzanan Bir Av Hikâyesi: Atlas

“Kendimizden daha zeki şeyler üretiyorsak, onları nasıl kontrol edeceğimizi nereden bileceğiz?” Yapay zekânın iyice hayatımıza …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin