Otomatik Portakal filmi (A Clockwork Orange) 1962 yılında aynı isimle Anthony Burgess tarafından yazılan romanın ünlü yönetmen Stanley Kubrick tarafından beyaz perdeye uyarlanmasıyla dünya çapında büyük bir üne kavuşur. Çoğu kez şoke edici ve rahatsızlık verici bir yapıt olarak tanınan Otomatik Portakal, distopya türünde bir klasik olmayı başarmıştır. Eser, şiddetten özgür iradeye, insan doğasından ahlak ve otoriter devlet yapısına kadar pek çok felsefi konuyu içinde barındıran ve onları sorgulamamızı sağlayan bir başyapıttır. Eserin çok geniş kapsamlı olmasından dolayı, bu yazıda Otomatik Portakal’da bariz biçimde bizlere sunulan kara mizah ve şiddet unsurlarına değinmek istiyorum.
Otomatik Portakal Alex de Large ve ona bağlı sokak çetesinin hikâyesini anlatan bir distopyadır. Alex, çetesini kendine has bir tabirle “Droogs” olarak tanımlar. Alex ve çetesi yollarına çıkan her şeyi yakıp yıkan, kendine has üslup ve tarzları olan şehir eşkıyalarını temsil ederler. Bu çete, darp, hırsızlık, tecavüz ve cinayet gibi çok ciddi suçlar işler. Bu suçların sonucunda Alex, devlet tarafından hapsedilir ve daha sonra da ilginç ama ölümcül bir projenin deneği haline gelir. Asıl ilginç olan ise (hem roman hem filmde) bu suçların çoğunun neredeyse ‘günlük bir rutin’ ve ‘standart bir uygulama’ şeklinde ve mizahi bir hava eşliğinde işlenmiş olmalarıdır. Çete üyeleri, İngilizce ve Rusça’nın birleşiminden oluşan ve “Nadsat” olarak adlandırılan kendilerine has bir tür argo kullanırlar. Filmde çete tarafından işlenilen tüm suçlar son derece ciddi olmalarına rağmen, bu sahneler izleyiciye komik bir atmosfer ve melodik bir ambiyans eşliğinde sunulmaktadır.
Bu komedi havasını ‘kara mizah’ olarak değerlendiriyorum. Otomatik Portakal’da şiddet eylemleri kara mizah unsurlarıyla birlikte sunulur okuyuculara ve izleyicilere. Kara Mizah ise “Modern dünyanın absürtlüğünü, çelişkilerini ve zalimliğini göstermek amacıyla başvurulan tuhaf ve marazi mizah türü” olarak tanımlanmaktadır. Kara mizahın amaçlarından biri okur ve izleyiciler üzerinde rahatsız edici bir etki bırakmaktır. Yazar, Anthony Burgess ve yönetmen Stanley Kubrick kara mizahı büyük bir ustalıkla kullanmaktadır. Kara mizah, eserin temel ironik temasına katkıda bulunacak bir unsur olarak yazar tarafından bilinçli olarak tercih edilmiş bir tekniktir. Bu tekniğin izleyici üzerinde oldukça ilginç etkileri vardır. Filmi izlerken, Alex ve çetesinin işlediği suçlara tanıklık ediyoruz ve şüphesiz onlardan ve yapılanlardan tiksiniyoruz. Fakat her ne kadar dehşet verici suçlar işleseler de bazı sahnelerde kendimizi istemsiz bir gülümsemeden alıkoyamıyoruz. Bir taraftan kendimizi suçlu hissediyoruz diğer taraftan da aslında bir refleks olarak güldüğümüzün farkına varamıyoruz.
Alex ve çetesinin ilk şiddet eylemini mercek altına alalım. Çete, bir köprünün altından geçerken orada elinde içki şişesiyle yatan yaşlı bir evsiz adama rastlar. Bu savunmasız yaşlı adam, çete üyeleri için mükemmel bir kurbandır. Adamı kahkahalar eşliğinde ellerindeki bastonlarla döverek, darp ederler ve sonunda adamcağızın sahte dişlerini sökerek olay yerinden uzaklaşırlar. Filmdeki darp sahnesi öyle yansıtılır ki sanki bu iğrenç şiddet eylemi gerçek değil de bir çeşit oyun ya da bir tiyatroymuş gibi aktarılır izleyicilere. Esasında Alex ve genç çetecilerin bu adamcağızı darp etmelerinin hiçbir anlamı ve mantığı yoktur, çünkü onlar bunu sadece ve sadece ‘eğlence’ için yapmışlardır. Beş parasız, yaşlı ve savunmasız bir evsizi sokak ortasında darp etmenin ne tür bir gerekçesi olabilir?
Çete üyelerinin bu iğrenç şiddet eylemini bu denli sıradanlaştırarak ve kendilerince keyifli biçimde icra etmeleri olaya daha sadistçe bir etki kazandırıyor. Yaşlı adamı adeta eğleniyormuşçasına, “lay lay lom”lar eşliğinde darp ediyorlar. Burgess tarafından yaratılan ve yönetmen Kubrick tarafından beyazperdeye başarıyla aktarılan bu kara mizah havası, çetenin diğer şiddet eylemlerinde yükselişe geçiyor ve tecavüz ile cinayet sahnesiyle zirve noktasına ulaşıyor. Alex’in işlediği cinayetten sonra, katil adalete teslim ediliyor ve kara mizah havası bu noktadan itibaren tamamen sona eriyor. Bundan sonraki sahnelerin tümünde ciddiyet hakim oluyor.
İzleyici, şiddet mağduru olan kurbanla empati yapmasına rağmen, kara mizahtan payını alarak anlık olarak istemsiz biçimde gülmekten kendini çoğu kez alıkoyamıyor. Elbette bu izleyicinin şiddeti ya da işlenen suçu onayladığı anlamına gelmiyor. Aslında burada okuyucu/ izleyici şiddete karşı çıkmakla istemsiz biçimde gülme arasında sıkışıp kalıyor, çünkü tüm şiddet eylemleri gülünç unsurlar kullanılarak meydana geliyor. Peki bu denli ciddi durumlarda bile neden bazen kendimizi gülmekten alıkoyamıyoruz? Fransız filozof Henri Bergson bu tarz mizahı “Fiziksel Komedi” olarak tanımlıyor ve şunu ekliyor:
“İnsan vücudunun hareket, davranış ve mimikleri o vücudun bizlere basit bir makineyi hatırlattığı oranda gülünç karşılanabilmektedir.” (Bergson)
Fransız filozof bu ifadesinde istemsiz ve kontrol dışı meydana gelen vücut eylemlerinden bahsediyor. Bergson’a göre bu, insan vücudunun yapay biçimde makineleştirmesiyle söz konusu olmaktadır. Fakat bu tip durumlarda, dikkatimiz fiziksel boyutta olduğu için, olayın ahlaki boyutu ikinci plana atılmaktadır. Dolayısıyla fiziksel boyut, ahlaki boyutu öncelemektedir. Yaşlı adamın darp sahnesinde vuku bulan işte tam olarak budur. Fiziksel uyarıcılar o kadar yoğun ve öncelikli ki okuyucu/izleyici olayın ahlaki boyutunu ani ve istemsiz biçimde arka plana atabiliyor.
Alex ve çetesinin giriştiği ikinci şiddet eylemi zengin bir yazar olan Bay Alexander’ın evine zorla girmeleri ve uzunca bir safsatanın ardından yazarın kendi gözleri önünde karısına tecavüz etmeleriyle birlikte son derece rahatsız edici bir sahne vasıtasıyla meydana gelir. Çetenin bu suçu gerçekleştirirken yaratılan hava öncekilere paralel özellikler taşıyor. Çeteci gençler gülüyor, eğleniyor, dans ediyor ve hatta Alex “Yağmurda Şarkı Söylüyorum” (Singing in the rain) isimli meşhur şarkıyı söylüyor. Suçun büyümesiyle birlikte kara mizah havasının da orantılı biçimde yukarı doğru çekildiğini gözlemleyebiliyoruz. Son derece korkunç bir suçla karşı karşıyayız burada: Tecavüz ve akabinde cinayet. Fakat ne hikmetse bu kara mizah tekniğiyle işlenen suç hafife alınıyormuş gibi yansıtılıyor.
Peki yazar Anthony Burgess neden böyle bir tekniği tercih etmiştir? Bu sorunun birden çok cevabı vardır. Birincisi daha önce de bahsettiğim gibi şiddet eylemlerinin kara mizah tekniğiyle birlikte sunulması daha sadistçe ve zalimce bir etki uyandırıyor. İkincisi de, birbirinden korkunç olan bu suçların bu denli ilginç bir komedi havasıyla gösterilmesi bir bağlamda işlenen suçu normalleştirme/sıradanlaştırma/rutinleştirme amacını taşımaktadır. Başka bir deyişle işlenen suçlar sanki korkunç eylemler değil de, günlük, sıradan, rutin olaylarmış gibi bir hava estirilmektedir.
Burada yazar Anthony Burgess’in 1960’ların İngiliz toplumuna yönelik muazzam bir eleştirisi söz konusudur: Şiddetin normalleştirilerek, rutin bir seyre bağlanması. Romanın ve dolayısıyla filmin alt metninde şu mesaj veriliyor: toplumda meydana gelen şiddet eylemleri o denli artmıştır ki, artık çoğunluk tarafından sıradan, rutin olaylar olarak yorumlanmaktadırlar. Yazar aslında toplumun bu tip şiddet olayları karşısında sessiz kalınmasını ve gereken tepkinin gösterilmemesini ciddi bir şekilde eleştirmektedir. Ona göre modern batı toplumlarında şiddet ve suç sıradanlaşacak derecede artmıştır ve neredeyse herkes tarafından kabul gören günlük vukuatlar haline gelmiştir. Bu yüzden eser, modern batı toplumuna yönelik ciddi bir özeleştiri niteliği taşımaktadır.
Fakat işin ilginç tarafı yazarın bu imasının olması gerektiği ve yazar tarafından kastedilen biçimde okuyucu/izleyici nezdinde algılanamamış olması gerçeğidir. Her edebiyat eserinde olabileceği üzere, yazarın ima ettikleri ile okuyucuların eserlerden çıkardıkları sonuçlar arasında zaman zaman ciddi farklılıklar olabiliyor. Bu da bazı durumlarda tehlikeli sonuçlara sebep olabiliyor. Örneğin Otomatik Portakal filminin 1971 yılında gösterime girmesinden sonra İngiltere’de ciddi tartışma konusu olmuş ve ülkede filmdekilere benzer türde birkaç şiddet eylemi meydana gelmiştir. Bunun üzerine yönetmen Stanley Kubrick filmi sinemalardan geri çekmek zorunda kalmıştır. Hatta film yüzünden birden çok tehdit aldığı da haber konusu olmuştur. Film, dehşet verici şiddet sahnelerinden dolayı izlemesi zor bir filmdir. Aynı şekilde izleyicinin kafasında pek çok soru işareti yaratan, izleyiciyi önce şoke eden, ardından düşünmeye/sorgulamaya sevk eden, hazmı hiç kolay olmayan bir filmdir.
İronik bir eser olan Otomatik Portakal’da şiddetin başını çeken Alex de Large, ironik biçimde filmin sonunda şiddetin mağduru haline gelir. Hükümet tarafından geliştirilen klasik koşullanma (Ludovico) tekniğiyle suçluları zararsız bireylere dönüştürme projesine ‘denek’ olarak katılır ve filmin sonunda Alex kişiliğinden ve insanlığından yoksun bırakılmış ‘hayalet’ bir birey olarak topluma geri döner. Alex için hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır. Alex, insanlığın kötü yüzünü temsil eden bir anti-kahramandır.
Sonuç olarak, Anthony Burgess’in bilinçli kara mizah kullanımı farklı şiddet türlerine yönelik okuyucu/izleyicilerin verdikleri tepkileri sorgulamalarını istemiştir. Bu bağlamda okuyucu/izleyiciler şiddetin sonucunda gösterdikleri tepkiye karşı vicdanlarıyla baş başa kalmışlardır. Dikkatimizi çeken başka bir nokta ise, eserde yöneltilen şiddet mağdurlarının sınıflarının en dipten yukarıya doğru (evsiz adam – zengin yazar) seyretmesidir. Bu da yazarın, farklı sosyo-ekonomik sınıflara ait insanlara yöneltilen şiddete yönelik vereceğimiz potansiyel tepkileri sorgulatması olarak da yorumlanabilir.
Yazar ve yönetmenin şiddete yer vermeleri, onu onayladıklarından değil, şiddetin toplumda normalleştirilmesini eleştirmelerindendir, çünkü sonuç itibariyle şiddet toplumun bir gerçeğidir ve eserde şiddet sansürlenmeden, olduğu gibi sunulmuştur. Fakat ne yazık ki eser halk nezdinde zaman zaman yanlış anlaşılmış ve şiddet yanlısı olmakla suçlanmıştır. Netice itibariyle, Otomatik Portakal, kara mizah aracılığıyla şiddetin toplumda ne denli çabuk kabul gördüğünü eleştiren ve şiddete sadece bireylerin değil, kurumların da başvurduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren ölümsüz bir distopya şaheseridir.
Hazırlayan: Cenk Tan