Avusturya doğumlu yönetmen Fritz Lang’ın Metropolis’i için rahatlıkla her devrin filmi diyebiliriz. Günümüz bilimkurgu sinemasının yapı taşlarını oluşturmuş olan yapım; incelikli dekorları, sanat tasarımı, deneysel yönetmenlik anlayışı, sistem eleştirisi yapması ve totaliter bir rejim sunmasıyla zamanının hayli ötesindeydi. Lang, 1927 yıllında eserini o güne kadar görülmemiş büyüklükte bir bütçeyle hazırladı. Geleceğin dünyasını konu alan yapımın karanlık bir duruş sergilediği söylenebilir. Bu görkemli yapımı değerli kılan şey, özel efektlerinden ziyade, geleceğe ve bulunduğu döneme dair tespitleriydi.
Fritz Lang zamanına göre hayli gerçekçi olan projesinde görsel efektlerin büyüsüne kapılmayarak hikayeyi ön plana çıkarmıştı. Efektler destekleyici birer unsurdu. Günümüz sinemasında artık bu anlayıştan uzun zaman önce kopuldu. Biçim giderek içeriğin önüne geçti. Özellikle bilimkurgu sineması amacından saptırılma tehlikesi altında. Başlarda iş yapar gibi görünen Twilight (Alacakaranlık) serisinde vampir hikayesi genç oyunculara emanet edilerek, Dawson’s Creek dizi anlayışına bırakıldı. Bu anlayış öylesine benimsendi ki, bir kasabada geçen Aliens vs. Predator: Requem (2007) bile bu durumdan nasibini aldı. Kitaptan uyarlanan, Insurgent, The Hunger Games ve yeni gösterime giren The 5th Wave filmlerinde görkemli öykülerin basit aşk hikayeleriyle nasıl heba edildiğine şahit olduk. Totaliter, distopik ve uzaylı istilasını konu alan bu filmlerde gençlerin iç çatışmaları ve iki karakterin nasıl birbirine aşık olacaklarını izlemek kimseyi ilgilendirmiyor artık. Günümüz sinemasının bugünkü teknolojiyle bile Metropolis gibi derinlikli yapımlar üretemiyor oluşu utanç verici bir durum.
Fritz Lang, Metropolis’te bize gelecekte totaliter bir düzenin hüküm sürdüğü, zenginlerle fakirlerin sosyal ve sınıfsal ayrımını konu alan bir hikaye sunuyor. Zenginler (işverenler), devasa gökdelenlerin en tepesinde varlık içinde yaşarken, fakir işçi kesim yer altında sanki onların refahı için çalışır. Acımasız kapitalist sistem altında bu işçi sınıfı adeta robotlaştırılmıştır. Vardiyalarına, boyunları öne bükük bir halde belli bir sıra düzeninde giderler. Sosyal haklardan neredeyse soyutlandırılmış olan işçi sınıfı, uzun mesai saatleri içinde her türlü sosyal güvenceden yoksun bir şekilde çalıştırılmaktadır.
Şehrin en büyük işvereni olan Joh Fredersen’ın oğlu Freder, bir şekilde bu işçilerin çalışma koşullarını görmesiyle sosyal anlamda bir kırılma yaşar. Şehrin en zengininin oğlu olan Freder, belli ki hiç çalışmamıştır ve hayatını refah içinde geçirmektedir. Varlıklı kesim tarafından görmezden gelinen işçi sınıfından sanki hiç haberi bile yoktur. Söz konusu işçi sınıfı şehri adeta elleriyle inşa etmiştir ve şehir dinamiklerinin aksamaması için sabah akşam durmadan ölümüne çalışmaktadır. Bu sayede zengin olan kesim de refah içinde yaşamaya devam edebilecektir. Freder, onların çalışma şartlarını görünce, işçi sınıfının yanında yer alıp onlara yardım etmek ister. Yönetim sisteminin faşizan bir tutum içinde olduğunu fark eder. Orta sınıfın olmadığı bu dünyada zengin kesimin devamlılığı için işçi sınıfının varlığı bir zorunluluktur.
Fritz Lang‘ın 1927 yılında güçlü öngörüleriyle hazırladığı bilimkurgu eserinin günümüz sinemasına yön verebilmesı büyük bir başarı. Metropolis’te imgesel anlatımın peşinde olduğu görülüyor. Şehrin devasa gökdelenlerden oluşması, sınıfsal farklılığın bir göstergesidir. Yüksek tabakanın tepe taraftan, alt tabakaya bakışını simgeler. Yapımın meselesi, işçi sınıfının günümüzde de geçerli olan hakları ve çalışma koşulları. Özgürlüğü, sosyal haklar simgelemiş. İşçi sınıfının yer almasıyla, işçi devrimini de savunduğu kanısına varılabilir. Zaten belli ölçekte bir işçi ayaklanması yaşanıyor yapımda.
İşçileri belli zamanlarda belli yerlerde toplayıp, onları sabra ve aydınlığa kavuşturmaya çalışan gizemli kadın karakter, adeta bir mesih görevi üstleniyor. İşçilerin taparcasına dinledikleri vaazlarında, “Üreten eller ile planlayan beyin arasındaki aracı kalp olmalıdır” sözü sürekli tekrarlanır. Aracı kalp, ılımlı otoriter devlet yapısını simgeler. Mesih’in işçiler üzerindeki etkisinden rahatsız olan otorite, Mesih’i kaçırıp, yerine robot kopyasını getirerek işçileri kışkırtır. Fakat Metropolis’i izlemeye başladığımız andan itibaren, işçinin totaliter düzene başkaldırmasını içten içe bekleriz. Sahte Mesih’in onları ayaklanmaya davet etmesiyle aslında işçi sınıfının kendi kendilerini yok edişine tanık oluruz. Yönetim, emellerini bu şekilde yerine getirir. Yapım bize, ayaklanmanın herhangi bir kurtuluş ya da özgürlük elde etmede işe yaramayacağı öngörüsünde bulunuyor. Bu bakış açısı, dönemin Nazi Almanya’sının da bir uzantısı olsa gerek. Kurtuluş devrimde değil, devlet otoritesindedir. Dönüp dolaşıp gene kendimizi bir otoritenin içinde buluyoruz. İşçinin yanında yer alıp sonunda tam tersi bir tavır sergilemesi, çekildiği dönem açısından düşünülebilir. Eserin Naziler tarafından beğenilmiş olduğu da bir gerçektir.
Yapım, tüm imgeselliği ve alt metinleri yanında ciddi bir gelecek prototipi sunuyor bize. Mimarlık eğitimi de almış olan Fritz Lang, bu özelliğini eserinde sonuna kadar kullanmış. Blade Runner ve Metropolis arasındaki akrabalık rahatlıkla görülebilir. İki yapımda da dekoru devasa yüksek gökdelenler ve uçan araçlar oluşturuyor. İki yapımda da insanımsı robotlar ve belli bir otoritenin olduğu düzen görülüyor. Sinema tarihinde çığır açmış bu eseri her sinemasever izlemeli. Devlet otoritesi üzerine kurduğu öngörülerin ve işçi sınıfı açısından kafa yorduğu sorunların günümüzde de devam etmesi yapımı halen önemli kılıyor.