Devasa goril King Kong‘u, ilk ortaya çıktığı 1933 yılından bu yana pek çok kez göğsünü döve döve gürlerken izleme şansı yakaladık. Ancak Peter Jackson’ın 2005 tarihli yeniden çevrimine kadar King Kong, B-tipi canavar filmlerinin sıradan bir kahramanı olmaktan kurtulamadı. Özellikle yönetmenliğini Dino De Laurentiis‘in yaptığı 1976 çıkışlı versiyonu vasatın altında bir işti ve diğer birçok King Kong filmiyle aynı akıbete uğradı. 1933’de çekilen klasik yapımı bir kenara koyarsak, King Kong filmografisinin en dişe dokunur filmini çeken isim Peter Jackson olarak kayıtlara geçti. Yönetmenin 187 dakikalık bu filmi, tıpkı Yüzüklerin Efendisi serisinde olduğu gibi, seyirciye görsel ihtişamı yüksek epik bir atmosfer sunmayı başardı. Hatta film için King Kong’un sinematik yazgısını değiştirdiğini bile söyleyebiliriz.
200 milyon dolarlık bütçesiyle vizyona giren Kong: Skull Island ise heybetli kahramanımızın kurgusal evrenine bir yeniden dalış niteliği taşıyor. Yönetmen koltuğunda, bağımsız gençlik filmi The Kings of Summer ile adından söz ettiren Jordan Vogt-Roberts‘ın oturduğu yapım, Monsterverse evreninin ikinci filmi. 2015’de Godzilla ile başlayan yolculuğun, Godzilla vs. Kong ile zirve yapacağı düşünülüyor. Dolayısıyla Kong: Skull Island, bir ara film olmanın da etkisiyle kendine yeni bir sinematik izlek yaratma peşinde. Ancak bu işi çok da başarılı şekilde yaptığı söylenemez. Defalarca kez işlenen bir senaryoyu yeni baştan yaratmaya çalışırken, yapımın yüzyıla dayanan kodlarına sadık kalmakta güçlük çekiyor. Hâl böyle olunca da ortaya kahramanı gibi bütçesi de devasa bir B-tipi canavar filminden fazlası çıkmıyor.
Vietnam Savaşı‘nın son dönemlerinde geçen film, askeri destekli bir operasyonun çevresinde dallanıp budaklanıyor. Operasyonun odağında ise özel doğa şartları nedeniyle dünyanın geri kalanından izole hâlde olan meşhur Kafatası Adası var. İşin acıklı tarafı, Monarch isimli kuruluş adına operasyonu tertipleyen Bill Randa (John Goodman) hariç herkes bunun bilimsel bir keşif gezisi olduğunu sanıyor. Ekibin adadaki kılavuzluğunu James Conrad (Tom Hiddleston), askeri liderliğini Albay Preston Packard (Samuel L. Jackson) üstlenirken, güzel aktris Brie Larson’ı ise savaş fotoğrafçısı Mason Weaver rolünde görüyoruz. Gerekli ayarlamaların ardından güç bela da olsa cennet adaya ayak basan ekibimiz, çok geçmeden tüm helikopterlerinin King Kong tarafından sivrisinek gibi avlanmasıyla ilk büyük şokunu yaşıyor.
30 metrelik kahramanımızın bölgesini korumaya yönelik bu agresif tavrı, ilk çatışmadan sağ kurtulmayı başaran ekip üyelerini bir ölüm kalım mücadelesinin kucağına bırakıyor. Üstelik adadaki tek devasa canlı King Kong da değil. Bu izole ekosistem, daha pek çok heybetül garabetle dolu. Bunlardan biri de Skullcrawler adlı dev bir sürüngen türü. King Kong’un adadaki tek doğal düşmanı olan bu aşırı gelişmiş mahluklar, adanın yer altı dünyasında yaşıyor. Yetişkinliğe ulaşmadıkları sürece King Kong için herhangi bir tehlike teşkil etmiyorlar. Ancak azman bir Skullcrawler ile King Kong kapışmasında favori taraf yok ve bahisler eşit. “Yılanın başını küçükken ezeceksin” felsefesiyle hareket eden King Kong, bunların büyüyüp başına musallat olmasına pek sıcak bakmıyor. Ancak tüm çabalarına rağmen adada yetişkinliğe erişmiş bir Skullcrawler (Big One) var ve tahmin edebileceğiniz gibi final münakaşası da ikisi arasında geçiyor.
Görsel kalitesinin ve yarattığı gizemli habitatın övülesi tarafları olmakla birlikte, bunlar filmi kurtarmaya yetmiyor. Özellikle akılda kalmayan tekdüze ve derinliksiz karakterlerin varlığı, bir filmden tek beklentisi aksiyon ve macera olanları memnun edecek nitelikte. Gerçekten de Kong: Skull Island, tüm o usta oyuncularına rağmen karakter yaratımında çuvallamaktan kurtulamıyor. James Conrad yine bir bar sahnesiyle olaya müdahil olurken, Brie Larson da Naomi Watts’ı mumla aratıyor desek yeridir. Samuel L. Jackson tarafından canlandırılan Albay Preston Packard karakteri ise yapmacık inadı ve nefretiyle seyirciye “illallah” çektirmekten öteye geçemiyor. Hatta sırf fazladan birkaç aksiyon izletelim mantığıyla konulmuş bir tipleme gibi duruyor.
Başta da değinildiği gibi Peter Jackson’ın filmi, Kong filmografisinde bir tepe noktası oluşturdu ve kısa vadede bu çıtanın üzerine çıkmayı başaran bir filmle de karşılaşmamız pek mümkün görünmüyor. Kong: Skull Island’ın da bu konuda bir iddiası yok. Yapımcılar daha çok, yarattıkları bu yeni Monsterverse evrenini kendilerine göre eğip bükmekle meşgul gibi. Zaten yönetmen Jordan Vogt-Roberts da boylarını aşmamaya özellikle dikkat ettiklerini belirtiyor. Hazır söz boydan açılmışken, King Kong’un her filmde ve hatta aynı film içinde bile değişen cüssesine değinmemek olmaz. King Kong’un ilk ortaya çıktığında 5 ile 18 metre arasında değişen boyu, 1962 tarihli King Kong vs. Godzilla filminde 45 metreye ulaşmıştı. “Ne kadar büyük, o kadar iyi” düşüncesinden hareketle olsa gerek, Skull Island‘ın Kong’u da 30 metrelik bir boya sahip. Artık kahramanımızın boyuna bir standart getirilse hiç fena olmaz.
Elbette King Kong denince hepimizin aklında birçok değişmez sahne canlanıyor. Ufacık tefecik bir kadına abayı yakan devasa canavar imgesi bunların en meşhuru hiç kuşkusuz. Aşkı uğruna şehre inip ortalığı birbirine katan derbeder kahramanımız, her daim biz izleyenlerin gönül teline bir gıdım tezene darbesi indirmeyi ihmal etmedi. Ancak Kong: Skull Island‘ın canavarı, gönül işlerinden elini eteğini çekmiş bir keşiş misali ortalarda fink atıyor. Aşna fişne olmadığı gibi, Empire State binası ve onun tepesinde yaşanan trajedi de yok. Zaten mekân olarak adadan başka pek bir şey yok. Oysa Empire State’in tepesinden düşen Kong’un cansız bedenine ithafen söylenen, “Onu öldüren şey güzellikti…” cümlesinin yarattığı duygu yoğunluğunun tadı nasıl ikame edilebilir ki?
Öte yandan, filmin yaptığı kimi doğru hamleler de yok değil. Özellikle yarattığı habitat, “gizemli ada” konseptinin hakkını ziyadesiyle veriyor. Hatta birkaç yaratık tasarımının zekice düşünüldüğünü belirtmekte yarar var. Ayrıca herhangi bir süspans kurnazlığı içine girilmemesi de bu tür canavar filmleri açısından ezber bozan bir atılım olmuş diyebiliriz. Bilindiği gibi Alien‘ından Jaws‘ına kadar pek çok canavar filminde fütursuzca kullanılan bir taktiktir süspans. Öyle ki, filmin canavarını uzun bir süre ya hiç göremez ya da yarım yamalak açılardan izleriz. Filmdeki gerilimi, merakı ve vuruculuğu artırmak için sıklıkla işlenen bu taktiğe Kong: Skull Island‘da hiç prim verilmemiş. Zira Kong’u daha filmin başında doya doya görme şerefine nail olup rahatlıyoruz. Zaten yüzyıllık King Kong’un artık saklanacak bir şeyi mi kaldı ki? Boyu değişse de Kong hep aynı Kong. Bu nedenle izlenen strateji son derece yerinde olmuş.
Kısacası, “Canavar olsun, taştan olsun,” diyen biriyseniz, gelişen teknolojinin de yardımıyla Kong: Skull Island size kendini izlettirmeyi başarıyor. Fakat derin bir senaryo, unutulmaz karakterler ve eli yüzü düzgün bir kurgu bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayacağınızı baştan belirtmekte yarar var. Zira film, görkemli aksiyon sahnelerinin arkasına pısmış bir yapımdan daha fazlasını vaat etmiyor. Bu hâliyle, daha çok Godzilla vs. Kong filmi için piyasa beklentisi yaratma çabasında gibi görünüyor…