Kişisel Sinema

Yönetmenlik sanatı, teknik bilginin yanı sıra, belli bir entelektüel seviye gerektiren bir meslektir. Mesleki gelişimin en büyük gerekliliklerinden biri üretmektir. “Halk için sanat” anlayışı ile yola çıkmak, belli bir zaman sonra tekrara ve yaratıcı anlamda tıkanıklığa sebebiyet verecektir. “Sanat için sanat” bakış açısı ile ortaya konulan farklı işler ise zamanla anlaşılıp kabul görecektir. Stanley Kubrick yönetimindeki 2001: A Space Odyssey, 1968 yılında gösterime girdikten sonra, acımasız eleştirilere maruz kalmıştı. Geleceğe yönelik ortaya attığı öngörüler ve derin felsefi çıkarımlara sahip olması, “seyircisine mesafeli duran bir eser” algısını yaratmıştı. 2001, o güne dek çekilmiş olan en gerçekçi bilimkurgu eseri olması sebebiyle bir anlaşılamama sorunu yaşamıştı; mesafeli tavrıyla değil. Ama belli bir zaman sonra eser anlaşılmaya başlandı ve olumsuz yargılar yerini övgülere bıraktı.

Yönetmenlik, mesleki anlamda kişisel bir iştir. Sektördeki büyük yönetmenlere baktığımızda, izleyiciye yönelik popüler işlerinin yanı sıra, kişisel yapımlara da imza attıklarına şahit oluyoruz. Sektördeki en popüler isimlerden Steven Spielberg’in yapımları bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Usta isim, Bridge Of Spies (Casuslar Köprüsü / 2015) gibi kişisel sayılabilecek bir yapımdan sonra, The BFG (2016) ile gişeye yönelik bir çalışma ile sektörde yer alabiliyor. Kariyerlerinde çoğunlukla kişisel işlere imza atan Steven Soderbergh, Richard Linklater ve Bernoardo Bertolucci gibi yönetmenler bu akımın önemli temsilcilerindendir; daha adını sayamayacağımız birçok önemli yönetmen olsa da, hepsine birden değinmek mümkün olmayacaktır.

2001
2001: A Space Odyssey, yıllar sonra hak ettiği değeri görmüştü.

Steven Soderbergh, Haywire (2011) ile bir aksiyon denemesine soyunmuştu. 1989 yılında Sex, Lies, and Videotape (Sex Yalanları) ile başladığı sinema yolculuğundan günümüze kadar olan süreçte birbirinden farklı türde eserler verdi; popüler, deneysel ve bilimkurgu alanında önemli eserleri yedinci sanata kazandırdı. Soderbergh, 2000’lerden sonra bağımsız sinemadan uzaklaşıp, üretimde “bir kendisine, bir de seyirciye” yönelik diyebileceğimiz yapımlara yöneldi. Her kişisel filmini, popüler olarak nitelendirebileceğimiz yapımlar takip ediyor. İster kişisel, ister daha geniş kitlelere ulaştığı yapımlar olsun, deneyselliğinden ve bağımsız ruhundan asla taviz vermiyor. Haywire, popüler sinemaya yakın dursa da, Soderbergh’in ilk kez denediği aksiyon/macera türünde bir yapımdı. Keza 2002’de Solaris ile de bilimkurgu denemesiyle izleyicisini şaşırtmıştı.

Bir yeniden çevrim ve Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in romanından uyarlanan Solaris, Andrey Tarkovski’nin 1972’deki eseri gibi uzun sabit planlara ve durağan bir yapıya sahip değildi. Ama bir kıyaslama yapmak gerekirse; Tarkovski’nin Solaris yorumu nitelik açısından daha ağır basıyordu. Gene de Soderbergh, yapımcı koltuğunda James Cameron’un da yer almasıyla, başarılı set tasarımına sahip, görsel anlamda gerçekçi efektleri olan; oyuncu yönetimi ve yönetmenlik anlamında başarılı denilebilecek bir iş ortaya koymuştu.

Haywire, alışageldik ajan filmleri kalıpları içerisinde ilerleyen derli toplu bir yapım. Yapı olarak biraz Matt Damon’un oynadığı Bourne serisini hatırlatıyor. Hafızasını kaybetmiş ana karakter yok ama Haywire’da tıpkı Bourne serisinde olduğu gibi, başroldeki ajanımız kendini bir komplonun içinde bulur; adını temize çıkartmak için yola koyulduğunda kendini Avrupa’nın çeşitli kentlerinde geçecek olan kaçış ve kovalamacanın içinde bulur. Mensubu olduğu gizli servisin bir ajanı olan Kenneth (Ewan McGregor), derin devleti de işin içine alet ederek, Barcelona’da yapılacak olan rehine kaçırma operasyonu sırasında, kara para kaçırmayı amaçlamaktadır. Operasyon sırasında, kendi ajanı olan Mallory Kane’e (Gina Carano) bir suikast düzenlenecek ve çıkan karışıklıkta söz konusu rehine parası kaçırılacaktır.

Steven Soderbergh
Steven Soderbergh

Yapım, benzer türdeki aksiyon yapımlarıyla benzerlikler içeriyor ve sürprizlere prim vermiyor. Soderbergh, macera türünün klişeleri ile oynayarak, eserini adeta deneme tahtasına çeviriyor. Hikâyenin geçtiği farklı şehirlerde farklı renk filtreleri kullanıyor ve aksiyon sahnelerinde ise çok fazla kesmeye girmeden, gerçekçi bir akış sağlıyor. Soderbergh, filmlerinin görüntü yönetmenliğini de kendisi üstlenmekte. Eserlerinde genellikle görüntü yönetmeni olarak Peter Andrews isminin kullanıldığını görüyoruz. Aslında bu isim, Soderbergh’in ta kendisi. Peter, aslen babasının adı olup, Peter Andrew adında uydurma bir isim ortaya çıkarmıştır. Steven Soderbergh isminin, Steven Spielberg ile olan benzerliği de bir başka dikkat çekici unsur. Soderbergh, kişisel bir aksiyon denemesi yaparken, eserinin başarılı olacağı kaygısını ikinci plana atıyor; bunu daha önce Solaris’te de yapmıştı. Soderbergh, Solaris ve Haywire gibi, iddialı oyuncu kadrosuna sahip yapımlarında risk almaktan çekinmiyor. İlk kez ve belki de merak ettiği bir türde denemelere girerek, kendisinin ve sinemasının ulaşabileceği noktayı test ediyor.

Before Sunrise (1995), Waking Life (2001) ve Fast Food Nation (2006) ile geçlik, felsefi ve yarı belgesel gibi başarılı olmuş farklı işlere imza atan Richard Linklater, Bernie (2013) ile ticari gibi gözüken, kişisel bir yapıma imza atmıştı. Farklı ve deneysel eserler vermekten çekinmeyen Linklater, Bernie’de işlenen suçun toplum nezdinde hangi durumlarda kabul edilebilirliğine kafa yoruyor. Ahlaksal ve felsefi açılımlara fazla yüz vermeyip, yarı belgesel kursu ile yorumu izleyiciye bırakmayı tercih etmiş. Teksas’ta yaşanmış gerçek bir olaya dayanan hikâyede, Bernie’nin cinayete neden olan durumuna odaklanılmış.

Richard Linklater
Richard Linklater

Geçimini cenaze evlerinde ölülere makyaj yaparak kazanan Bernie, mesleğini iyi yapmasının yanı sıra, pozitif kişiliği ile de etrafına iyilik ve neşe saçan bir kişidir. Çalıştığı her kasabada başkalarına sürekli iyi davranması ve onların sorunlarına sürekli çare bulmaya çalışması onu hemen sevilen biri haline getirir. “Hayır” kelimesini asla kullanamayan karakterimizi yokuşa sürükleyen de bu özelliğidir. Çalışmak için Teksas’a geldiğinde yolu, kocası yeni ölen, yaşı hayli ilerlemiş Marjorie Nugent (Shirley Maclaine) ile kesişir. Kasabada pek sevilmeyen biri olan Marjorie, kendisine iyi davranan bu yabancıyla kısa zamanda dost olur; ona duyduğu dostluk, giderek tutkuya dönüşür. Marjorie ve Bernie birlikte yaşamaya başlar ama aralarında aşk ilişkisi yaşanmaz. Marjorie, belki de yaşantısı boyunca görmediği sevgi ve saygıyı Bernie’de bulmuştur. Bernie, zamanla Marjorie’nin aşırı sahiplenici tavrından rahatsız olunca sevgisinin yerini nefret almaya başlar. Bernie, izin almadan bir şey yapamaz duruma gelmiştir. Marjorie’nin giderek artan baskıcı tavrı, kaçınılmaz cinayetin fitilini ateşler. Marjorie, bütün servetinin kontrolünü de Bernie’ye bırakır.

Giriş, gelişme ve sonuç doğrultusunda birkaç bölümden oluşan yapım, ilk bölümde Bernie’yi tanıtıyor; halk ile yapılan röportaj sahnelerinde de yarı belgesele soyunuyor. Kasaba halkı ile yapılan röportajlar, Bernie’nin iyi bir insan olduğunu ikna etmeye çalışıyor. Linklater, röportajlar vasıtası ile kasaba halkının işlenen cinayete karşı olan tutumunu gözlemliyor. Bernie, maddi ve manevi olarak, kasaba halkına yardımcı olmuştur. Yardımseverlik ve iyilik duygusu ile donanmış bu adam, özgürlüğünün kısıtlanması ve Marjorie’nin kölesi durumuna gelmeye başlamasıyla cinayet teşebbüsünde bulunmuştur. Kasaba halkı Bernie’yi o kadar benimsemiştir ki, işlediği cinayetin haklı bir nedeni olacağı konusunda kendilerini ikna etmeye çalışırlar.

Yapımın sonlarında gözler önüne sergilenen mahkeme sahneleri, akıllara Michael Moore belgesellerini (Bowling For Columbine / 2002) getiriyor. Linklater, yargı sürecinde Amerikan toplumunun sosyolojik durumunu gözler önüne seriyor. Teksas halkının mahkeme jürisine karşı olan güvensizliği (Bunda da haklı olmaları), jürinin – tabiri – caizse sanki yoldan geçenlerden toplanmış gibi halleri, muhafazakar toplum yapısının adalet sisteminde de görülmesi gibi kimi tespitler… Mahkeme sonucunda alınan olumsuz kararla, Teksas halkı da kendisini bir nevi mahkûm ediyor. İşlenen cinayeti haklı bulma noktasına gelip, Bernie’nin yerinde olsalar aynı şeyi yapabileceklerini belirtiyorlar.

Bernardo Bertolucci
Bernardo Bertolucci

Bernie, sosyolojik açılımları ile dikkat çekiyor. İyilik meleği rolü üstlenmiş birinin bu özelliğinin toplum üzerindeki etkisi, gücü ve gerçekleşen eylem sonucunda toplumun kişiye nasıl bir tavır alacağı ile ilgili başarılı bir deneme. Yaşanmış bir olaya dayanan film, öne serilen resmi tüm ayrıntılarıyla ele alıyor.

Bernardo Bertolucci, The Dreamers (2003) isimli eserinden sonra yaşadığı sağlık sorunlarından dolayı, 2012’de Io E Te (Ben ve Sen / 2012) ile tekrar yönetmenliğe geri dönmüştü. İtalyan ve dünya sinemasının en yetkin isimlerinden biri olan Bertolucci, The Conformist (1970), The Last Tango In Paris (1972) ve 1900 (1976) gibi sıra dışı ve hatta provokatif diyebileceğimiz eserlere imza attı. Tartışmalı yapım The Dreamers’a kıyasla Io E Te ile usta yönetmen, biraz daha kontrollü bir iş ortaya çıkardı. Io E Te, Bertolucci sinemasına hayran ve tarzına alışkın olanlar için bir nebze hayal kırıklığı yaşatabilir; ama büyük usta, varlığını her planda hissettirmeyi başarıyor bu eserinde.

Lorenzo, anne ve babası ile iletişim problemi yaşayan ve narsist eğilimleri olan on dört yaşında bir gençtir. Okulunun düzenleyeceği bir haftalık kayak gezisine gitmemeye karar veren Lorenzo, bunun yerine kaldıkları apartmanın bodrum katında yaşamayı tercih eder. Ailesini oyuna getirip, kendi bodrum katlarında kalacağı bir hafta boyunca içsel bir yolculuğa çıkmayı planlar. Hayli kasvetli ve karanlık olan ortamda bir süre vakit geçirdikten sonra yıllardır görmediği ablasının gelişi ile düzeni birden alt üst olur. Fakat babaları bir anneleri ayrı olan iki kardeş, bodrum katından geçirecekleri bir haftalık süre zarfında birbirlerini daha iyi tanımaya başlayacaktır.

Io E Te
Io E Te (2012)

İki kardeşin içsel dünyalarını sunan öykü, akıllara hemen, yönetmenin benzer temalı önceki filmleri gelebilir. La Luna (1979) ve The Dreamers gibi ensest ilişkinin sınırlarında dolaşan öykülerden farklı olarak, iki kardeşin birbirini tanıma öyküsüdür karşımızdaki. Yıllardır birbirlerinden uzak olan Lorenzo ve Olivia, bu karşılaşmalarının neticesinde kardeşlik duygularını güçlendirip, aralarında sıkı bir bağ oluşturuyorlar. Lorenzo, kaçışı kendi iç dünyasında; Olivia ise kaçış yolunu uyuşturucuda buluyor. Bodrum katı metafor görevini bizzat üstlenip, iki kardeşin de çıkış yolu olmuştur sanki; ikisi de dışarıda ne kadar kıstırılmışsa, kapalı alanda bir o kadar da özgürdürler. Bertolucci, kamerasını ağırlıklı olarak Lorenzo’ya çevirerek, onun hayatı yakalayış şekli ile daha çok ilgileniyor. Abla karakteri, Lorenzo’nun çıkışı bulmasında lokomotif görevi görüyor.

Lorenzo’nun kıstırılmışlığını kabullenmiş ve bu durumundan şikayetçi olmayan bir tavırdadır. Bir Pet Shop ziyaretinde kendisine bir kavanozun içine hapsedilmiş karınca kolonisini satın alması, Lorenzo’nun yaşadığı dünyadaki durumunu sembolize eder. Birlikte geçirdikleri süre boyunca adeta alternatif bir dünya kurup, dışarı ortamdan kendilerini soyutlarlar. Ergenliğinin kritik bir evresinde olan Lorenzo için, ablası Olivia gerçek bir kırılma noktasıdır. Özgürlükçü ve uçarı ablasını tanımaya başladıkça, kapalı duvarlar yerini kırılmaya bırakır. Karanlığın içinde aydınlığa ulaşacağı bir sürecin içindedir bu dönemde.

Çoğunluğu kapalı ve karanlık ortamda geçen eserde, Bertolucci’nin ince dokunuşları sayesinde karanlık bir süre sonra aydınlık gibi algılanmaya başlanıyor. Lorenzo karakterine hayat veren Jacopo Olmo Antinor, bu ilk önemli rolüyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Bertolucci, daha önceki yapımlarına oranla, daha hafif rüzgârlarda seyreden eserinde gene kendi sadık izleyicisini yakalamayı başarıyor. İki karakterin hem kendilerini keşfediş hem de hayata karşı olan kıstırılmışlıklarını kendince aşmalarını anlatan öyküyü kişisel bakış açısı ile izleyiciye aktarıyor.

 A Scanner Darkly
A Scanner Darkly (2006)

Örnek olarak gösterilen filmlere baktığımızda, yönetmenlerim hem kişisel hem de yeni denemelere kalkıştıkları işlerin çoğunlukla arka planda kalmış eserler olduğunu görüyoruz. Richart Linklater’ın Philip K. Dick‘in aynı adlı romanından uyarladığı A Scanner Darkly (2006), sırf yeni biçim denemelerine kalkıştığından dolayı sektör yapıma burun kıvırdı; halbuki ortada yaratıcılık ve yönetmenlik kalitesi yönünden altın değerinde bir eser duruyordu. Yakın gelecekte baskıcı bir yönetim hakim olduğu ortamda dedektif Bob Arctor’un (Keanu Reeves) kimlik arayışını konu edinen yapım, gerçek oyuncularla çekildikten sonra animasyon haline getirildi. Uyuşturucu dünyası ve tehlikeli maddenin zihinde yarattığı hasarları konu edinen yapımda Linklater’in tercih etmiş olduğu görsel tarz, giderek kimliğini yitirmeye başlayan kişinin dünyasının anlatımında oldukça isabetli bir tercih.

Yönetmenlerin gişe kaygısı gütmeden, kişisel bakış açılarını ortaya koydukları eserler, yedinci sanatın gelişimi açısından çok önemli. Sinemada “yeni” olarak tabir denilen denemeler çoğunlukla kişisel denilebilecek yapımlarda ortaya çıkmaktadır. 2001: A Space Odyssey ve Blade Runner gibi eserler, oldukça kişisel ve dönemleri açısından çok “yeniydi”; çekildikleri dönem anlaşılamama sıkıntısı yaşamış olsalar da, günümüzde artık “başyapıt” olarak kabul edilmektedirler.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

Close Encounters of The Third Kind kapak

Uzaylılarla Üçüncü Türden Yakınlaşmalar

Üçüncü Türden Yakınlaşmalar (Close Encounters of The Third Kind), ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından 1977 …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et