Zamanın Karanlık Fotoromanı: La Jetée

“Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam eder.” Marcel Proust / Kayıp Zamanın İzinde

Chris Marker, geçmişi anımsatmanın gücünün koku ve tattan öte, görmek ve düşlemekten geldiği bir dünya kuruyor La Jetée’de. Bu sıradışı film, yönetmenin tercih ettiği şekliyle: “fotoroman”, yalnızca bir bilimkurgu filmi, deneysel bir çalışma değil; sinema tarihinin en farklı, çarpıcı ve özel başyapıtlarından biridir.

Bizatihi yönetmeni farklıdır; Chris Marker -gerçek adıyla Christian François Bouche-Villeneuve, hakkında efsaneler üretilen gizemli bir sanatçıdır. Yalnızca yönetmen değil, bir yazar, filozof, fotoğrafçı ve gezgindir. Şakacı ruhlu, ama röportaj vermeyi, fotoğrafının çekilmesini dahi sevmeyen bir insandır. Doğum yerinin neresi olduğu bile kesin değildir, Moğolistan olduğu söylenir. Ve kurduğu şiirsel atmosferlere uygun düşecek şekilde doğduğu gün ölmüştür. Dostu ve beraber eserlere imza attığı ünlü yönetmen Alain Resnais, onun sınıflandırılamayacağını, her yönden benzersiz olduğunu söyler ve ekler: “Fransız sinemasının oyun yazarları, şairleri, sanat uzmanları ve otobiyografi yazarları vardır, ama tek bir gerçek deneme yazarı vardır: o da Chris Marker’dır.”

Chris Marker La Jetée’de, zamanda yolculuğu tek bir noktaya, bir hedefe gitmekten ziyâde, bir anıyı canlandırıp bir anekdotu aktararak işliyor. 1983’te çekeceği Sans Soleil’de de işaret ettiği gibi: “Bu askıya alınmış anların, hiçbir amaca hizmet etmeyen anıların kırılganlığını seviyordu.” “Unutmanın zıttı değil, onun astarı olan hatırlamanın işlevini anlamaya çalışarak ömrümü geçireceğim. Hatırlamıyoruz. Tarihin yeniden yazılması gibi biz de hafızayı yeniden yazıyoruz.”

Marker’ın 1962’de çektiği La Jetée, 1953’teki “Les statues meurent aussi / Heykeller de Ölür” adlı kısa filminde de denediği tekniğin bilimkurgu harcıyla ve güçlü bir duygu aktarımıyla karılmasıyla vücut bulmuş hâli gibidir. Filmi yönetmenin deyişiyle bir fotoroman olarak da adlandırabiliriz; bir kısa öykü, sürükleyici bir fotoğraf albümü, çığır açıcı bir deney olarak da. Adına ne dersek diyelim, müzikle perçinlenen görsel ihtişam, özündeki hikâyeyle izleyiciye unutulmaz, bambaşka bir deneyim yaşatıyor. Jean-César Chiabaut imzalı 422 fotoğraf karesinden oluşan 28 dakikalık bu deneysel kısa film, Terry Gilliam’ın 12 Monkeys’inin de atasıdır. Gilliam Marker’dan nasıl etkilendiyse, Marker da bir diğer ustadan etkilenmiştir: Alfred Hitchcock. Marker, Hitchcock’un unutulmaz filmi Vertigo’ya sadece gönderme yapmakla kalmaz; işi Vertigo’nun farklı bir uyarlaması çektiğini söyleyecek kadar ileri vardırır. Özellikle dev Sekoya ağacı sahnesiyle Vertigo’yu bir başka boyutta canlandırır.

Adını havalimanı iskelesinden alan film, o iskelede ailesiyle uçakların kalkışını izleyen bir küçük çocuğun anılarıyla perdeyi açar. Aynı sahneyi 12 Maymun’da da farklı yorumla izlemiştik. Çünkü bu “çocukluk çağına ait bir görüntünün tesirinde kalmış bir adamın öyküsüdür.” Çocukluğuna dair bu anıya misafir olduğumuz adam, III. Dünya Savaşı’nın yıkıma uğrattığı bir gelecektedir. Belli ki bir nükleer savaş yeryüzünü yaşanamaz hâle getirmiştir. İnsan nüfusunun çoğu ölmüş, kalanlar esir düşmüştür. Galipler, yer altına sığınmış insanlara: “fareler krallığına” hükmetmektedir. Paris’in tarihi yer altı mezarlarından sahneler eşliğinde buradaki hayatı tanırız. Kırık dökük heykeller insanlığın geçmişinin mezar taşları gibidir. Bu kıyamet sonrası zindanında esirlerin üzerinde deneyler yapılmakta, içlerinden, dünyayı yeniden ayağa kaldırabilmenin yollarını aramak amacıyla geçmişe yollayacakları kobaylar seçilmektedir.

“Mekan yasaklanmıştı. Hayatta kalanlar için tek çare zamandı. Zamanda açılacak bir delikle yiyeceğe, ilaca ve enerji kaynaklarına ulaşmak mümkün olacaktı. Deneylerin amacı buydu: “şimdi”ye yardım etmek için geçmiş ve gelecek zamana elçiler göndermek. Ama insan zihni bu fikre direniyordu. Başka bir zamanda uyanmak yetişkin bedeninde doğmak demekti. Şok muazzam olabilirdi.”

Bunun için önce ölüler ve “hissiz” dirilerle denemeler yapılır. Nihayetinde düşünüp hayal edebilen zihinlere sıra gelir. Bu deneyin son kobayı da o küçük çocuğun yetişkin hâlidir. “Bazıları için hüsran, diğerleri için ölüm ve kalanlar için cinnet” olan bu deneyler, kahramanımızı öldürmez, delirtmez, ancak büyük acı verir. Ve denemeye devam ederler. “Başarısız deneyler”den birinin mezar taşında “Tete Apôtre” yazdığını görürüz. Bu “havari kafası” anlamına gelen ifade, Marker’ın El Apóstol filmine ithafen eklediği hoş bir detaydır. Arjantin-İtalya ortak yapımı olan 1917 tarihli bu hiciv, ilk uzun metrajlı animasyon filmi olarak kabul edilir. Filmde dönemin Arjantin başkanı Buenos Aires’i yolsuzluktan temizlemek için Zeus’un şimşeklerinden birini kullanmadan önce Olimpos Dağı’na gitmeyi ve tanrılarla siyaset tartışmayı hayal ediyor. La Jetée’de ise havari rolü kahramanımıza biçilmiş; o seçilmiş zihniyle bir kurtuluş umudu olduğu kadar, savaşı başlatan kıvılcım da olabilirdi. Ayrıca kahramanın film boyunca giydiği, Meksikalı güreşçi, aktör ve halk kahramanı olan “El Santo” baskılı tişört de manidardır.

Hiç açıkça belirtilmese de “galipler”, yani savaşın, yıkımın, acının ve işkencenin sorumluları Almanlardır. Bunu filmdeki o tek ve kısa diyalogtan, anlaşılmaz fısıltılardan anlıyoruz. Anlaşılamamalarının sebebi ise, Marker’ın bizi kahramanın yerine koyması, filme onun gözü ve kulağıyla şahit -hatta dahil olmamız. Marker burada II. Dünya Savaşı, nükleer bombalar, Nazilerin insan deneyleri gibi gerçeklikleri, nazikçe kurgusuna yediriyor.

Kahramanımız geçmişte gizemli bir kadınla buluşacak, hatırayla yaşanan an birbirine karışıp yeni bir zaman yazacaktır.

“Hatıralardan, tasarılardan yoksunlar  Zaman kendini etraflarında zahmetsizce örmektedir.”

Geçmişe yapılan bu yolculuklardan sonra sıra geleceğe gelir. Adam gelecek insanlarıyla tanışır ve dahası onlardan davet alır. Ancak o “huzura kavuşmuş gelecektense çocukluk yıllarının dünyasına dönmeyi” yeğler.

“Sıradan anları hatıralardan ayıran bir şey yoktur. Ne zaman ki o anların açtığı yaralar sızlar, hatıra değeri kazanırlar.”

Belki de hafızayı bu kadar gerçekçi şekilde tasvir etmeyi daha önce kimse başaramamıştı. Chris Marker ise bu destansı eseriyle izleyicinin zihninde de hatıra değeri olan bir yara izi bırakmayı başarıyor.

Yazar: Münevver Uzun

Onu siz delirttiniz!

İlginizi Çekebilir

infinity pool

Infinity Pool: Gerçekte Kimiz?

“Like father, like son.” Babasına çekmiş diye çevirebileceğimiz bu İngiliz deyimi, baba-oğul Cronenberg’e çok uyuyor. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin