“Love it or hate it” denen bir sınıf var. Ya bayılırsın ya nefret edersin. Kafa karıştırıcı bir sınıftır. IMDb’de bakar on yıldız veya bir yıldız verenleri görürsün. Biri “şarlatanca bir paçavra, zaman ve paranızı boşa harcamayın” yazarken diğeri “müthiş, dolambaçlı, içe işleyen bir sanat eseri” der aynı film için. Annihilation bayıl ya da nefret et sınıfına girenlerden. Sitede daha önce hakkında inceleme yazısı çıkmış olmasına rağmen bir şeyler yazmamı gerektirecek kadar etkileyici buldum filmi.
Orkun Uçar, ayrıntılı değerlendirme yazısında, uyarlanan kitap, yönetmen ve benzer filmler ve oyuncularla ilgili bilgi vermiş. Bu yazı ise filmin özel bir yorumuyla ilgili. Biyolog Lena’nın sorgulanma sahnesiyle açılır film. Bembeyaz ve makyajsız yüzüyle Natalie Portman’ın alışık olduğumuz güzelliğinden eser yoktur. Sorulara duraksayarak ve kısa cevaplar verir. Ekip arkadaşlarının bir kısmı ölmüş bir kısmına ne olduğunu bilmiyordur. Karantina altındadır. Sorgulayan kişi özel bir giysi giymiştir. Hikaye, bu sorgulamaya verilen cevaplarla oluşmaya başlar. Lena’nın kocası Kane askerdir ve gizemli bir görev sırasında kaybolmuştur. Lena onun öldüğünü düşünmekte ve yas tutmaktadır.
Ancak Kane bir gün çıkagelir. Hafızasını yitirmiştir. Ağzından gelen kan ciddi bir sağlık problemini işaret eder. Kane’i hastaneye kaldıran ambulans yolda askerler tarafından durdurulur. Kane de Lena da bir askeri tesise kapatılırlar. Lena orada Parıltı ile tanıştırılır. Kumsalda bir deniz fenerine düşmüş, birkaç yıl içinde çevredeki büyükçe bir cangıl ve bataklığa yayılmış bir alandır Parıltı. Gece kuzey ışıkları gibi morlu kırmızılı yeşilli ışıklar yükselir bu alandan. Kane’den başka içine girip de dönen olmamıştır. Parıltı ilginç, bir yönüyle güzel, bir yönüyle hastalıklıdır. Doğada olmaması gereken renkler büyük bir anomaliye işaret eder. Askeri üste bir grup kadın Parıltı’yı incelemeye gönderilecektir. Lena da onlara dahil olur. Silahlarını, erzaklarını kuşanıp alana girerler.
Bir yanıyla cennetsi bir ortamdır burası. Dallarından akraba olmayan türlere ait çeşitli renklerde çiçekler fışkıran bitkiler vardır. Ağaç gövdeleri kırmızının mavinin sayısız tonlarında lekelerle kaplıdır. Gölcüklerde, derin sularda yaşayan türleri çağrıştıran, şeffaf gövdeleri parlak renklerle ışıldayan canlılar süzülür. Boynuzlarından çiçekler fışkırmış geyikler görürler. Bütün anomaliler canlılarda müthiş bir mutasyona işaret etmektedir. Onlara saldıran timsahın diş yapısının değiştiğini keşfederler. Belki en tüyler ürperticisi son kurbanının yardım çığlığını taklit ederek saldıran ayıdır. Gırtlağından insan sesi gelen kurbanıyla birleşmiş, başkalaşmış bir ayı.
Olmadık bitkilerden olmadık renklerde fışkıran çiçeklerin tedirgin edici, sapkın, hastalıklı güzelliği, terk edilmiş elektriksiz binalarda geçirilen kabus dolu geceler, Dali tablolarını çağrıştıran, buz kristallerinden oluşan ağaçlar filmin karanlık atmosferine katkıda bulunur. Ancak yine de film, yabancı bir varlığın saldırısına uğrayan Dünya hikayesi olarak okunursa etkileyici resimleri ve müziğine rağmen yavan gelebilir. Ama sözgelimi bir kanser alegorisi olarak okunursa (ki böyle okunması gerektiğine ilişkin bolca ipucu içeriyor) içi doluveriyor. Kumsalda bir deniz fenerine düşüveren bir tohum çevreyi geri dönüşümsüz bir şekilde yavaş yavaş işgal ediyor. Ne yapılırsa yapılsın, kanser gibi, ne gizemi çözülebiliyor ne durdurulabiliyor. Öyle ki durdurulmazsa Parıltı’nın şehirleri, eyaletleri ve belki Dünya’yı kaplayacağı öngörülüyor.
Son gönderilen ekibin tamamen kadın olması en çok kadınları etkileyen meme kanserini düşündürüyor. Kanser hastası olan Dr. Ventress’in birçok ekibin Parıltı’ya girişine ama geri dönmeyişine tanıklık etmiş olması, hastalarını kaybetmiş bir onkoloğun aynı hastalığa yakalanışını çağrıştırıyor. Ekipten Sheppard ise kızını lösemiden kaybetmiş. Ekip üyelerinin Parıltı’ya verdikleri tepkiler de kanser alegorisini güçlendirir nitelikte. Dr. Ventress onunla yüzleşmek, kendi kan hücrelerinde anormal bölünmeler keşfeden Lena onunla savaşmak istiyor. Ekibin fizikçisi Radek, genlerinin bitki genleriyle karışmasına ve insan formunda bir bitkiye dönüşmeye, tedaviyi reddeden bir hasta gibi sessizce teslim oluyor.
Parıltının kötü bir amacı yok. Kanser hücreleri gibi. O sadece yayılıyor ve yayıldığı yeri değiştiriyor. Canlı ve saldırgan ama bir taş kadar duygusuz. Saldırganlığı işgalciliğinden. İşgalciliği bilinçli değil. Bu amansız yayılmacı güçle karşılaşanlar önce onunla savaşıyor, sonra konuşarak ikna etmeye çalışıyor. Sonra Dr. Ventress gibi yüzleşmek istiyor. Ama yüzleşmek bile karşıda bir bilinç gerektirir. Belki bu bilinçsizliktir daha da kahredici olan. Duymayan, görmeyen, herhangi bir amacı olmayan büyük bir gücün, bilincin ev sahibi vücudu adım adım işgal etmesi.
Kanser biyolojik bir paradokstur. Canlıdır. Üzerinde yapışık olduğu sağlıklı dokuyu tahrip ederek kendi sonunu getirdiği için paradokstur. Hücre düzendir. Hücre ölümü, hücrenin düzensizliğe teslim olmasıdır. Kanser, tek tek düzenli kalmaya çalışan (ölmeyen) hücrelerin organizma düzenini bozarak ölmeye çalışması anlamında paradokstur. Belki de filmde Lena’nın kendi kopyasıyla girdiği amansız mücadelede anlatılmak istenen budur.
Filmin müzikleri, düşsel, kabusvari sahneleri vurgulayacak nitelikte besteler. Crosby Stills&Nash’a ait 1969 tarihli Helplessly Hoping’in hüzünlü gitar arpejleri ve içe dokunan sözleri yabancılaşmış bir ormandaki yürüyüşe ilginç bir uyum sağlıyor. Deniz fenerindeki mücadele ve Parıltı’nın göbeğiyle, belki de hiçlikte karşılaşma sahnelerine eşlik eden boğuk elektronik tonların çizdiği tüyler ürpertici melodi, atmosferi yönetmenin istediği kıvama getirmiş olmalı.
Annihilation bütün bilimkurguseverlerin severek izleyecekleri büyük, renkli ve müthiş bir macera değil. Var olmanın temeli olan biyolojik düzenin kırılgan inceliği ve arkasında, yok oluşun beşiği kaosun rastlantısal güzelliğinin hikayesi olarak, kendisi veya bir yakınında kanser vakasını tecrübe edenlerin duyabilecekleri sesleri de içeren çok etkileyici bir yapım.
Hazırlayan: Selim Erdoğan