Kahramanlık olgusunun farkına varmamız doğumumuzdan sonraki ilk yıllarımızda gerçekleşir. Çoğunlukla ilk kahramanlarımız aile bireylerimiz olmaktadır. Sürekli bizi gözeten ve kollayan anne ve babamızdan birini seçip onu özel kılarız. Kabaca, kız çocuklarının kahramanları babaları olabilmektedir. Daha sonrasında, çocuğun televizyon sayesinde keşfetmeye başlayacağı animasyon yapımlarındaki kimi hayali karakterler onun yeni kahramanları olur. Çocuk, doğası gereği iyi kahramanlar ile özdeşleşip, hikayelerin sürekli mutlu sonla bitmesine alışır. He-Man örneğinde olduğu gibi…
Sürekli krala karşı savaş içinde olan İskeletor, her seferinde kralın oğlu Adam (nam-ı diğer He-Man) yüzünden yenilir. Çizgi dizinin her bölümü He-Man’in didaktik bir konuşmasıyla biter. Bunları izleyerek manipüle olan ufaklıklar, kötülüğü tercih etmeyi istemediklerine karar verirler. Kötü kahramanın iyi taraf karşısında kazandığı bir yapıma denk gelen çocuk, bir yabancılaşma yaşayabilir. Çünkü kötü karakterin kazandığı bir yapımla daha önce karşılaşmamıştır ve ne düşüneceğini bilemez. Fakat bu tarz durumlara alışmaya başladığında olaylara çift taraflı bakmayı öğrenip empati yeteneği de gelişir.
Günümüzde büyük ve pahalı prodüksiyonlara baktığımızda hikayelerin halen mutlu sonla bittiğini görüyoruz. Elbette ki ticari kaygılardan dolayı tercih edilen bir durumdur bu. Yakın zamanda gösterime girmiş bol kahramanlı The Avengers (Yenilmezler) yapımlarında Hulk, Captain America, Thor ve Iron Man‘ın hepten yenilmesi ticari sinema açısından kabul edilemezdir. Bir kahramanın “kahraman” olabilmesi için karşısında kötü bir güç olması gerekir. İkisi de temelde birbirine muhtaçtır. Batman çizgi seri ve filmlerinde Joker’in ortaya çıkış nedeni malum Yarasa Adam’dır. Batman’e karşı, gizliden bir hayranlık da besleyen Joker’in eylemlerindeki tüm motivasyonunun kaynağı Batman’dir. Batman’ın karşısına her çıkışında, Joker kendisinin daha da yüceldiğini görür. Sinema tarihinde birçok kahramana şahit olduk.
Maymunlar Kralı Tarzan, sinema tarihinin ilk kahramanlarındandır. İngiliz Lord ve Lady’in oğlu olan Tarzan, Afrika’da bir kaza sonucu anne ve babasını kaybeder. Maymunların onu bulup büyütmesiyle Tarzan adını alır. Aslen bir roman uyarlaması olan Tarzan, 1918’de ve sonrasında çekilen devamlarında seyirciden büyük ilgi gördü. Fakat Tarzan mitosu üzerine gelmiş şimdilik en gerçekçi yorum, 1984 tarihinde yönetmen Hugh Hudson tarafından kotarılan Greystoke: The Legend of Tarzan, Lord of the Apes filmiydi. Fransız oyuncu Christopher Lambert’in üstün yorumuyla öncüllerinden hayli farklı bir yapımdı. Bilindiği üzere trajik kaza sonrasında maymunlar tarafından büyütülen Tarzan doğal olarak konuşmayı bilmemekte ve maymunlara özgü davranış biçimleri göstermektedir. Bu yapımda alışılmışın dışına çıkarak, ağaç dallarından sallanırken meşhur narasını atmaz, üstelik ormanı ve insanları kurtarmayı görev edinmiş bir kahraman da değildir. Bir bilim adamı tarafından keşfedilip doğduğu topraklara götürülüş sürecinde, toplum içinde sosyal anlamda sıkıntılar yaşar. Son yıllarda Christopher Nolan’ın Batman filmlerinde görülen kahramanları insanlaştırma, fantastik ögelerden uzak durma ve hikayeyi gerçekçi bir boyuta taşıma kaygısı bu yapımda da kendini göstermektedir.
Neredeyse sevdiğimiz her süper kahramanın (Spiderman, X-Men, Iron Man ve daha fazlası…) yaratıcısı olan usta çizer Stan Lee, Marvel Comics adı altında kahramanlar ordusu yaratmıştır. Lee’nin yarattığı her karakterin çizgi romanlarının dünya çapında ilgi görmesi yapımcıları hemen harekete geçirmiş ve eserlerinin beyaz perde uyarlamaları peşi sıra birbirini izlemiştir. Özellikle 2000’ler sineması Marvel uyarlamalarının altın dönemidir.
2000’de gösterime giren, Bryan Singer imzalı X-Men yapımı bu furyanın patlamasına etki eden en önemli yapımdır. Eserin dünya çapında beğenilmesi ve yüksek hasılat getirmesinin ardından Spiderman’in de bir üçleme olarak çekilmesi kaçınılmaz olacaktı. The Usual Suspects (Olağan Şüpheliler – 1995) ile yönetmenlikteki rüştünü ispat etmiş olan Bryan Singer ve The Evil Dead (Şeytanın Ölüsü) serileriyle kült bir isme dönüşen Sam Raimi’nin bu tarz yapımlarda başa getirilmelerinin nedeni, yapımcıların riske girmek istemeyip, milyon dolarlık yapımları yönetmenlik konusunda kendini kanıtlamış bu gibi isimlerin işin altından kalkabileceklerine olan inançlarıdır. Gerçekten de usta isimlerin bu tarz yapımlara dokunuşları, eserleri kalite olarak oldukça yükseğe taşımış, ticari başarı getirmesinin haricinde sanatsal olarak da yapımları önemli kılmıştır.
2000 ve 2010’a kadar olan dönemde neredeyse tüm kahramanların tek kişilik şovlarına şahit olan seyirciyi, ikinci dönemde bir başka sürpriz beklemekteydi. Hollywood, bu sefer daha büyük oynayıp içeriğinde birden fazla süper kahramanın olduğu yapımların peşine düştü. Kendini kanıtlamış yönetmenlerle bu tarz yapımların iş yaptığına ikna olan sinema endüstrisi, bu kez The Avengers‘i sundu. 2012’de gösterime giren bu yapımda altı önemli süper kahraman bir arada bulunuyordu. Joss Whedon, bu pahalı ve görsel olarak başarılı yapımda, karakterler arasındaki çekişmeye ince bir mizah da katarak yapımın seyir zevkini üst düzeye çıkardı. Olay örgüsünün de tutarlılık arz etmesi Avenger 2 ve 3’ün önünü hemen açtı.
Bilimkurgu sinemasında en azından daha gerçekçi ve derinlikli kahramanlara şahit olabiliyoruz. Bir karakterin kahraman sayılması için birtakım özel güçlere sahip olması gerekmez. Ridley Scott’un, temelde işçi sınıfının sıkıntılarına ve ağır çalışma koşullarında değindiği Alien, filmi feminist bir bakış açısına da sahiptir. Bilimkurgu sinemasında ikonikleşen Ellen Ripey karakteri, yapımda önemli diyebileceğimiz tüm karakterler öldükten sonra yükselişe geçer. Kadın karakterin tüm erkekler öldükten sonra ön plana çıkıp önemli konuma gelmesi günümüz ataerkil dünyasına getirilen bir eleştiridir. Yapımın sonunda kadın ve erkek çekişmesinin galibi Ripley olacaktır.
Luc Besson’un The Fifth Element’inde (1997) ana karakter Korben Dallas (Bruce Willis), antikahraman özelliklerine sahipti. Vurdumduymaz, sigara tiryakisi ve başı trafik cezalarıyla dertte olan bir taksi şoförüydü. Referansını Blade runner’dan alan film, eğlenceli bir iki saat sunuyordu. Dallas’ın tesadüfler zinciri sonucunda yüce varlıkla karşılaşması ve olayların onu Dünya’yı kurtaracak adam pozisyonuna sürüklemesi karakter için absürt bir durumdu. Son zamanların başarılı bilimkurgularından The Martian’da yaşanan bir felaket ise bir kahraman yaratmıştı. Mark Watney bilimsel bilgi ve yeteneği ile Mars gezegeninde tek başına hayatta kalmayı başarıp en büyük gücün bilgi olduğu vurgusuna değiniyordu.
Bilimkurgu filmleri içinde Planet Of The Apes (1968) gerçek bir mihenk taşı. Daha sonra gelen devam filmleri ve günümüzde gerçekleştirilen yeniden çevrimler, orijinal yapımın başarısını tekrarlayamadı. Yapımın en büyük başarısı varoluşsal ve felsefi zorlama sorulara girmeden, anlattığı öyküye tüm bu derin mevzuları zekice yedirebilmesi oldu. Yapım ünlü unutulmaz final sahnesiyle halen hatırlanmakta.
Evrim konusunu farklı bir bakış açısıyla ele alan yapım, hikayesini post apokaliptik bir dünyada sunuyor. Yaşanan felaket sonrasında maymunların gelişip hüküm sürmesini, insanın kendi kendini yok etmesine bağlıyor. Bir nevi doğanın intikamı diyebileceğimiz bu durumda, çevresel bazı mesajlar da görülebilmekte. Yaşadığı gezegenin tüm kaynaklarını tüketmiş olan insan, gerçekten bu gezegeni hak etmekte midir? Tüm bunların sonucunda astronot George Taylor’ın (Charlton Heston) finalde, düştüğü gezegenin Dünya olduğunu anlaması ve ardından tanrıya lanet okuması manidardır. Başarılı makyaj çalışması, yönetimi ve öngörüleriyle Planet Of The Apes gerçek bir başyapıt. Sinemada geçmişten geleceğe kalacak en büyük miraslardan.
Richard Matheson’un 50’li yıllarda yazdığı romanı I Am Legend (2007), kıyamet sonrası bir dünyada hayatta kalan son insanın dramını insani bir bakış açısıyla anlatarak kısa sürede türün klasikleri arasına girdi. Yönetmen Francis Lawrence’ın, romanın sinemadaki bu son uyarlamasında, özel efektlerin hikayeye hizmet etmesi için uğraşması ve kitapta olduğu gibi aynı insani bakışın peşine düşmesi takdire şayan. Will Smith’in canlandırdığı bilim adamı Robert Neville karakteri, kontrol altına alınamayan ölümcül ve bulaşıcı bir virüs sonucu belki de dünyada hayatta kalan tek insandır. Nedenini bilemediği bağışıklığı yüzünden kendisi bu virüsten etkilenmez. Virüsün etkisine girip değişim geçirmiş olan insanlık, vampir davranışları sergileyip gündüz kapalı alanlarda kalmakta, yalnızca geceleri bastırılamayan açlık duygusuyla dışarı çıkmaktadır.
Umudunu yitirmeyip normal yaşantısını sürdürmeye çalışan ve her gün tekrar ettiği radyo anonslarıyla başkalarını bulma arayışına devam eden Robert Neville karakteriyle Will Smith adeta döktürmüş. Tek dostu köpeği olan bu bilim adamının her geçen gün daha da bozulan psikolojisini yansıtmakta Smith olukça başarılı. Yapıma kendi damgasını vurmayı başaran Francis Lawrence, birden çok unutulmaz anlara sahip eseriyle hem izleyiciyi yüreğinden vuruyor hem de Dünya’nın geleceği hakkında kendi kendimizi sorgulatmayı başarıyor.
2000’ler sinemasının iki önemli karakteristik özelliği vardır: Birincisi, yaşanan konu sıkıntısından ötürü Hollywood’un Asya ve Avrupa’da başarılı olmuş kimi yapımlarının kendi topraklarındaki yeniden çevrimleri. İkincisi ise, çizgi romanların beyaz perde uyarlamaları. Bu iki kategoriden çizgi roman uyarlamalarının galip çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Belliki 2020’ye kadar sırtını süper kahramanlara dayayacak olan sinema endüstrisi, bu tarih gelmeden bir başka çizgi roman krallığı olan DC Comics’in Justice League’ine (Adalet Birliği) gözü dikmiş durumda.
Sinema, çizgi ve edebiyatta kahramanların mutlaka süper güçlere sahip olması beklenmez. Kahraman, sıradan biri olabileceği gibi, bir antikahraman da olabilir. En bilinen ve sevilen antikahramanlardan biri olan Leon (Jean Reno) karakteri, Luc Besson’un 1994 tarihli aynı isimli çağdaş klasiğinde boy göstermiş, bir mafya tetikçisi olmasına rağmen kalplerde derin bir iz bırakmıştı. Aynı zamanda Luc Besson’un olgunluk işlerinden olan Leon, sımsıcak bir sevgi ilişkisini anlatıyor ve bu sevginin en beklenmedik durumlarda filizlenebileceğini gösteriyordu.
Okuma yazma bilmeyen Leon, para karşılığı insanları öldüren ve çatışma anlarında kurşunlardan kolayca sıyrılmasını bilen, süper güçleri olmayan tam donanımlı bir kahraman profili çiziyor. Yalnız ve asosyal karakterin acımasızlığının yanında aslında sımsıcak da bir kalbi vardır. Komşusunun kızı Mathilda (Natalie Portman) ile ilişkisi ona kaybettiği masumiyeti ve yaşamsal değerleri hatırlatır. Bu ilişki zamanla kendisinin ve Mathilda’nın güvenliğini de tehlikeye sokarak trajik bir sona doğru zemin hazırlar. Kendini duvara çarpmış gibi hisseden Leon’u bitirecek olansa, kızın ailesini öldürenlerden intikam almasına yardım etmesi olacaktır. Eğer Fransız yönetmen Luc Besson eserini New York yerine Fransa’da kendi diliyle yayınlasaydı, Hollywood’un eninde sonunda bu eseri yeniden uyarlaması kaçınılmaz olacaktı. Leon karakterinin antikahramanları sevdirmesi beklenmese de, kahramanlık olgusunun çok katmanlı olabileceğini başarıyla göstermektedir.
Sinemada kahraman ve süper kahramanların varlığı izleyicinin beklentisiyle alakalıdır. Son yıllarda artık doymaya başladığımız Marvel ve DC Comic uyarlamalarının sonu gelmemesi için son çarenin çizgi evrenindeki kahramanları tek bir filme toplamak olduğu anlaşılıyor. Bu konuda bilimkurgu sinemasının tutumu ise daha ağırbaşlı görünüyor. Bilimselliğin esas olduğu bu türde fantastik numaralar fazla işe yaramıyor. Kuşkusuz 2020’den sonra bambaşka sinemasal bir furya ile karşılaşacağız. Her durumda kazançlı olan gene izleyici olacaktır.
Bu furyaların ortaya çıkış nedeninin sanatsal kısırlık oluşu ise işin başka bir boyutudur. Yaşanan tıkanıklıklar, sektörü maalesef bu tür yollara saptırmakta ve bağımsız sinemanın da önünü kapamaktadır. Çoğu bağımsız isim, sektöre ve beklentilere yenilip, istemeden de olsa ideallerinin dışında ticari yapımlarda yer almak zorunda kalıyorlar. Halbuki 90’lar da bağımsızların dönemi değil miydi?