Tcheky Karyo, “Baruh Djaki (Zeki) Karyo” adıyla 4 Ekim 1953’de İstanbul‘da doğmuş, Rum-Yahudi asıllı Fransız oyuncu, müzisyen ve belgeselcidir.
Tcheky Karyo, 1953’te Türk vatandaşı Sefarad bir baba ile Ortodoks Rum bir annenin oğlu olarak İstanbul’da doğdu. Kışın Tozkoparan’da, yazın adalarda oturan ailesi daha sonra Fransa’ya göç etti. Tcheky Karyo, çocukken gittiği Paris’te oyunculuğa merak sardı. İlk gözdesi tiyatroydu, Cyrano Tiyatrosu‘nda başladığı kariyerini, Companie Daniel Sorano‘da devam ettirdi. Daha sonra da sayılı tiyatrolardan biri olan Strazburg’daki Strazburg Ulusal Tiyatrosu‘na girdi. ‘‘Othello’’, ‘‘Macbeth’’, ‘‘Tartuffe’’ gibi klasiklerin yanı sıra çağdaş tiyatroyla da ilgilendi ve bu arada sinemaya da merak saldı. Le Marginal ve The Bear gibi 80’lerin önemli Fransız filmlerinde bir anda yıldızı parlayan Karyo, 1982 yılında Fransa’nın Oscar’ı olarak bilinen César Ödülü‘ne aday gösterildiyse de bu ödülü kazanamadı.
Karyo’ya beklediği ödül 1986’da geldi. Fransa’nın en prestijli ödüllerinden Jean Gabin Ödülü‘nü kazanan sanatçı, Luc Besson‘un 1990’daki Nikita‘sının ardından dünya sinemasına açıldı. 1492: Conquest of the Paradise, Nostradamus, Bad Boys, Crying Freeman, Goldeneye, Dobermann, Addicted to Love, Babel, The Messenger: Story of Joan D’arc, Patriot, Amelie, Kiss of Dragon, Taking Lives gibi gerek Fransız ve gerekse Hollywood filmleriyle sinemaseverlerce hatırlanabilir.
Biz bilimkurgu hayranları ise onu 1999 tarihli Wing Commander‘deki James “Paladin” Taggart ve 2003 tarihli The Core filmindeki Dr. Serge rolüyle hatırlayabiliriz.
Aktörlüğün yanı sıra bir müzisyen olan Karyo, çocukken izlediği Karagöz oyunlarının etkisiyle bu kültürün izinden giderek belgeselcilik de yapmıştır. Türkçe anlayıp konuşabilen Karyo’nun bazı türkülerimizi söyleyebildiği de biliniyor, ama kişisel bir tercih olarak gündemde olmayı sevmemesi nedeniyle, ülkemizde az sayıda insan tarafından bilinip tanınıyor. Karyo aktörlük dışındaki kimliğini şu şekilde tanımlıyor:
“Benim için müzik çok şey ifade ediyor ve seslerle ilgili ilk büyük hissi İstanbul’a geldiğimde yaşamıştım. Bu şehrin seslerinden çok güçlü titreşimler almıştım. Şehrin sokaklarındaki ses, duyduğum ilk müezzin sesi… Oyunculuk veya tiyatro, insanların arasında neler olduğunu keşfetme tutkusuyla ilgili. 50 yaşıma geldiğimde dönüp arkama baktım. “Ne yaptım? Ne yapacağım?” dedim. Temsil tutkumu müziğe de şarkı söylemeye de açmak istedim. O yüzden bu titreşimleri hissettiğim şehre geri döndüm. 1962’de Zeki Müren’i şarkı söylerken duymuştum. Sokakta şarkı söyleyen insanları dinledim… Bana göre İstanbul, bir geçiş şehri. Albümün adı bu yüzden, ‘The Bond That Brings Us Together / Bizi Bir Araya Getiren Bağ’. İstanbul, farklılıkların şehri. Benim için bağlantı, farklılıktır. İstanbul’un benim şu andaki kişiliğime çok katkısı oldu. Doğduğunuz ülkeden başka bir yerde büyüdüğünüzde hep başka yerleri keşfetmekle ilgileniyorsunuz. Çünkü halihazırda bir karışımsınız.”
Hazırlayan: Hamit Gökalp